yaklaşımlarHalil PaşaYaklaşan LTB seçimlerine soldan bir bakış - Halil Paşa
yazarın tüm yazıları:

Yaklaşan LTB seçimlerine soldan bir bakış – Halil Paşa

Yeniçağ podcastını dinleyin

Bir yanda haftada iki gün katıldığım “Yunanca kursları” ile son iki haftadır katıldığım “Hızlı Okuma Kursları”, bu arada “Yeni Medya” üzerine okuduğum kitaplar, yurt dışına iş ve gezi amaçlı seyahatlerim, her gün internet ortamına dalıp-dalıp harcadığım korkunç zaman. Ve nihayet Kıbrıs ve Türkiye menşeli kağıda basılı günlük gazete ve dergilerin dağıtım planlamaları, yani kendi işime ayırdığım zaman…

Demek istediğim şu ki, bütün bu mazeretlerin arkasına sığınarak Poli’deki yazılarıma uzun bir süredir ara vermiştim.
Aslında uzunca bir süredir; “İnsanların çok az bir kesiminin gazete ve dergilerin hakkını vererek okuduğunu” dolayısıyla yazdıklarımın kendim dışında belki birkaç yazar ve tanıdık tarafından okunduğu gibi marazi bir duruma kapıldığım için, yazmak konusunda eskisi kadar pek de heyecan duymuyorum.
Ancak yazının başlığından da fark edilebileceği gibi yakında “seçim davulu çalacak” ve insanlar biraz daha politize olup gazete ve dergilerde yazılanlara, televizyon kanallarındaki seçim tartışmalarına, sanal ortamlardaki paylaşımlara, şimdikinden çok daha yoğun ilgi gösterecekler. Daha çok insanımız sürecin bir aktörü olarak kendisini LTB’nin ateşli tartışmalarının ortasında bulacak.
Yakın bir zaman sonra yapılacağı açıklanan “Lefkoşa Belediye Seçimi” nedeniyle, gailesi kendimden menkul böylesi heyecanlı bir bekleyişim zuhur edince, haliyle şimdiden yazmayı kendimce zaruri mi gördüm ne…

SOL’un BMBP deneyimi üzerine
Sol; 
Lefkoşa’daki Belediye Başkanı ve/veya Belediye Meclisi üyeliği seçimi için ortak aday gösterecek mi?
Sağda solda konuşulmaya isimler üzerinde tartışılmaya başladı bile. Her siyasal örgütün aşağı yukarı şekillenmiş bir “sol fikri”, her sol kişinin de kendine has bir “sol zikri” var elbet…
Öte yandan çok değil 8 yıl öncesinde solun eylemlerinin ortaklaşa adresi olmuş ve büyük bir hayal kırıklığı ile dağı(tı)lan BMBP deneyimi de ortada.
Bu nedenle yazımın girişinde, solun BMBP’li yıllarını, kendi sol penceremden, makalenin hacmine göre uzun, ama o yıllara göre çok kısa sayılabilecek bir özetini ve hatırlatmasını yapmak istiyorum.
Neden?
Sol’un
 LTB için ortak bir aday mırıldandığı bu günlerde (sonradan “gecikmiş bir yorumdu” denebileceğinden-hp) seçimlerle ilgili solun yapacağı olası siyasi tartışma, düşünce ve alınacak kararlarına belki ışık tutar diye…

İlk işaret
gün, dönemin GKK komutanı General Ali Nihat Özeyranlı’nın Türkiye’de birkaç televizyon kanalına Kıbrıs’ta Rum’a casusluk yapan bir örgütün çökertildiğine dair alt yazı geçirmesi eşliğinde polis baskınıyla tutuklatıp sonra da hapse attırdığı Şener Levent ve gazeteci arkadaşları tahliye olmuşlardı.
“Bu Memleket Bizim Platformu”nun (BMBP) ileride patlak verecek gösterilerin aynası olacak ilk kalabalık mitingi de, tam da o günün akşamına 2000’nin 18 Temmuz’una planlanmıştı.
Ve işte o akşam İnönü Meydanı sayıları on binlerle ifade edilen ve barış lehinde sloganlar atan göstericilerle dolup taşarken, o mahşeri kalabalık Annan Planı Referandumuna kadar sürecek olan gösterilerin de ilk işaret fişeği olacaktı.

Sol, sokağı yönetmekte yetersiz kaldı
Annan 
Planı’nın ortaya çıkması için Kuzey’den gelecek böylesine büyük bir gösteriye ihtiyaç mı vardı?
Aradan geçen onca yıldan sonra geriye dönüp de bakınca bu soruya olumlu cevap vermek mümkün.
Ancak bu yazının asıl konusu, o geceden itibaren BMBP adresinde buluşan sol’un, barış hızla büyüyen ve sokakta sayıca kalabalıklaşan göstericilere ne denli hakim olduğuyla ilgili…
Nitekim Türkiye’de “AB üyeliği ile Kıbrıs’ta barış”ı öne çıkaran AKP’nin 2002’nin Kasım’ındaki seçimlerde tek başına hükümet kuracak oyu alması ve aynı zaman diliminde adanın gündemine bomba gibi düşen Annan Planı, BMBP’nin her işaretinde sanki yarın adada barış olacakmış gibi, zaten hazırda bekleyen binlerce insanı, evlerinden işyerlerinden sokaklara döküyordu.
Özellikle Lefkoşa’daki mitinglerde her defasında katlanarak büyüyen kalabalıklar, İnönü Meydanı’nı çevreleyen Venedik hisarlarının üzerine taşıyor, meydanın Kuzeyinde Atatürk heykeline, Doğu’sunda Denktaş’ın konutuna kadar uzanıyor, İnönü Meydanı’na sığmıyordu. “Kıbrıs’ta Barış Engellenemez” sloganı deniz aşırı etkisini göstermiş, bir yarısı işgal altında sayılan başkentine sadece Türkiye ve Avrupalılar değil, Japon gazeteciler bile gelmişti.
Kısa süre sonra Elye ile başlayıp Gambilli ile devam eden köylerdeki “barış ateşleri” hızla ada sathına yayılmıştı. Her gece her yaştan binlerce insan eylem ilan edilen köyün meydanında yakılan ateşin etrafında toplanıyordu. Nutuklar, heyecanlı tartışmalar, sloganlar ve şarkılar eşliğinde, bazen de hellimli, zeytinli, çörek, börek ve çeşitli içeceklerin ikramıyla her gece bir köy adeta “siyasi panayır” yerine dönüyordu.
İnsanların algısında “barış ok”u yetişip yayından çıkmış, yıllardır adada barış ile ilişkilendirilen sol’un yıldızını parlatmıştı. O günlerde popüler olan, statüko karşıtı sloganlar, sol söylemler, solculuk, fotoğraf karesinde solcularla görünmek miydi?
Galiba öyleydi…
Adanın
 Şimalinde barış’a inananların sayısı, inanmayanlardan o kadar çoktu ve kalabalıkların da heyecanı da o denli doruktaydı ki!..
Bu nedenledir ki; BMBP içerisinde solun birlikteliği, “ıslık çalınsa, binlerce kişinin sokaklara, meydanlara döküleceğinden hiç şüphe etmediğimiz kalabalıkların baskısıyla” referanduma kadar durumunu idare etti.
Ancak bir nehir gibi İnönü Meydanı’na akan o kalabalıkları, o meydanda bir saatten çok tutamadı BMBP. Dahası tutmayı denemedi bile…
Gerçi Kıbrıs’ta solun yakın siyasi tarihinde, hele de Kıbrıslıtürk solunun yakın geçmişinde, siyasi konjonktür sol için hiç bu denli lehte olmamış, solun, sağ karşısında en önemli ayırımı olan “Kıbrıs’ta Barış” mottosu, tarihinde hiç bu kadar çok insan tarafından kendiliğinden ve gönüllü olarak benimsenmemişti.
Deneyimsizlik, öngörüsüzlük, plansızlık, şaşkınlık ve “provokasyon olur” mantığındaki siyasi teslimiyete sahip olanların BMBP içerisinde baskın oluşu mudur?
Sonuçta BMBP içerisindeki solun, “sürekli fren”e basarak ayaklanmış olan heyecanı yakın zaman sonra yapılacak seçimlere feda edilmişti ki, sandıktan çıka çıka, 25’e karşı 25 vekil çıktı.
Hemen arkasından Denktaşlarla kurulan koalisyon hükümeti.
Gösteriler sırasında Güney komşumuzdaki “sol sükunete” referandum sonrasında bir de büyük “oxi”nin eklenmesi…
Zaten bir siyasi projesi olmayan BMBP’nin, iktidar değil ama Denktaş ile hükümet olmayı yeterli gören CTP’nin kendine bağlı sendika yöneticileriyle platformu işletmeyişi…

BMBP siyasi irade olamadı:
BMBP
 ne bir “siyasi irade” ne de solun siyasi koalisyonu olmayı becerdi. Bu nedenle sol asgari müştereklerde “ortak bir barış projesi” bile üret(e)meden, fırsat tepti. Böylece BMBP, mitinglerde nutuk atacak hatiplerin kürsüsünü ve müzik gruplarının medyadaki platformunu kurdu. Daha çok bildiri dağıtmak, kalabalıkları derleyip toparlamaya çalışmak, gazetelere demeç vermek, radyo ve tv programlarına yetişmek, kürsüyü düzenlemek, köylerde yakılan ateşleri sıraya sokmak vb. işleri yaptı…
Haliyle de meydanları kendiliğinden dolduran kalabalıkların önüne geçecek siyasi öneriler dahi üret(e)medi. Böyle olunca da binlerce heyecanlı insanı, “somut siyasi başarılara kanalize etmek”, geleneksel partilere ve siyasetçilere kaldı…
Bu arada “sürece kendi partisinin ağırlığını koymak” gailesi, Annan Planı sürecinde öne çıkan BMBP’ne değil de, aslında herkesin kendi örgütüne sahip çıkacağının bir ön delili oldu.

Sol, kendi örgüt çıkarlarını barıştan daha çok önemsedi…
Uzun 
lafın kısası BMBP, içerisindeki sol örgütlerin değirmenine su taşıdığı sürece orada durdu. Misyonu bitince dağıldı. Sonuçta bilerek ya da bilmeyerek. İsteyerek ya da istemeyerek. Hiç fark etmez. Kıbrıslıtürkler, kendi dar örgüt çıkarları uğruna, “ortak barış çabası”nı bir kenara itmeyi “başardılar”.
Unutmadan yazmış olayım. BMBP içerisindeki solcular, her eylemin arifesinde bazen gına getirecek kadar kısır ve verimsiz siyasi tartışmalarla saatlerce oyalanıp durdular.
“Hele bir seçim zamanı gelsin bildiğimi okurum” babında, aslında sokakta “aniden” zuhur eden kalabalıkları “zapt-u rapt” altına almak için, BMBP içerisinde yukarıda da belirtildiği gibi metazori uzlaştılar…
Sonuçta seçim günü gelip çattığında CTP-BG ve BDH yetmezmiş gibi araya bir de ÇAP girdi. Seçim sonuçlarına bakılmaksızın sağ partiler (UBP, DP diye isim de verilmişti-hp) ile ittifak kurulmayacağı yazılı protokolüne rağmen, CTP-BG’nin, DP ile ittifak yaptığı süreç, sanırım BMBP’nin ilk çatırdayışı ve solun da ilk büyük hayal kırıklığı oldu.
Siyasi ahlak sınırlarını zorlayarak kurdurulan UBP’nin çıkma, çakma bir parti ile hükümet kurup güya yönetime talip olma, işin tuzu biberi oldu. Alanları dolduran kalabalıklar nezdinde “sola karşı genel bir güvensizliğin” önü de açılmış mı oldu?
Sanırım…
Ayrı bir yazının konusu da olsa Güney’de AKEL’in tavrı da, Kuzeyde örgüt ve lider olma hırs ve çıkarlarını öne alan “ben-merkezcilik”ten ayrı bir süreç izlemedi…
Ozan’ın türküde dediği gibi, sonra da “geldik bugüne”.
O yıllar yeterince tartışılmadı, olaylar enine boyuna irdelenip yeterince yazıya dökülmedi. Ancak hep mi basiretsiz kaldı BMBP?

BMBP iyi şeyler de yaptı…
Yine de BMBP çok da basiretsiz kalmadı. Şartların zorladığı bir birliktelik de olsa, BMBP çatısı altında iyi şeyler de yapıldı.
Nitekim iki kez TBMM’ne gidildi. TC derin devleti ve adada asker kaynaklı manipülasyonları, Annan Planı sürecinde psikolojik harekatları, sadece AKP değil, CHP’li vekillere de, hatta ortak bir toplantıda aynı anda her iki partiye de TBMM çatısı altında yazılı ve sözlü olarak teşhir edildi.
Türkiye’de pek çok sendika, sivil toplum örgütü ziyaret edildi. Birçok sivil toplum örgütü ve siyasal partinin adadaki barış sürecine en azından karşı çıkmamaları sağlandı. Lefkoşa’daki TC Büyükelçiliği’nde şimdiki Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile dönemin Başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanı Gül’ün de hazır bulundukları bir toplantı gerçekleştirildi.
Süreci özetleyen ve Kıbrıslıtürklerin adada kendi kaderini kendisinin tayin etmesinin yıllardır nasıl engellendiğini anlatan bir metni, hem sözlü olarak okudu ve hem de yazılı olarak sundu…
Bu arada Annan Planı’nın referandumu için, “Plebisit” yapmak dahil pek çok adım atıldı.
Elye eylemi ve arkasından gelen tutuklamalar. Sonrasında gerçekleşen ve iki saat süren Lefkoşa, daha sonra da Girne mitingleri…
Referanduma kadar giden süreçteki daha pek çok pratik siyasal mücadelenin adresi elbette Bu Memleket Bizim Platformuydu.

Lefkoşalıya “Ortak aday”dan çok, uygulanabilir bir “kenti kurtarma planı” gerekiyor
Dönelim Lefkoşa Belediyesi seçiminde “solun ortak aday” mevzuuna.
Lefkoşa’da, bir yıllığına bir başkan ve yalnızca istifa edenlerin yerine yeni belediye meclisi üyeleri seçilecek.
Eğer “sol” Lefkoşa’da Belediye Başkanlığı için bir yıllığına bir başkan adayı çıkaracaksa bunu bir yıl için değil de sonraki dört yılı da düşünerek ortaya çıkmalıdır.
Çünkü bu ortasından bölünmüş yarım şehrin Kuzey’indeki belediye başkanını ve onun yanında da birkaç yandaş belediye meclisi üyesini seçmekle ve salt belediye işçilerine bir yıl süre ile maaş vermek ve de biraz da sağı solu süpürmekle Lefkoşa’nın yaşanır bir kent olamayacağı açık…
Lefkoşa’nın yaşanır bir kent olması için öncelikle uygulanabilirliği ve eşitlikçiliği hedefleyen, bir ve sonraki dört yılı kapsayacak bir plana ihtiyacı vardır. Hem bir yılda ve hem de dört yılda hedeflenenler yazılıp dökülmeli. Planı’nın uygulanabilirliğinin maddi ve manevi yükünü hafifletmek için de üretilecek planı, seçimde oy istenecek kişilere, seçmene, Lefkoşalıya mal edilmelidir.
Eğer yazda toz bulutu, kışta sel ve çamur, tüm mevsimlerde kanalizasyon kokulu değil de, yaşam kalitesi yüksek bir şehir isteniyorsa, içerisinde yaşayanların yapılacak tüm işlerde hem düşünceleri hem de emekleri olması gerektiği, beş yıllık sürece omuz vermelerinin kaçınılmazlığı, sol’un seçim propagandasının da hakim dili olmalıdır.

Lefkoşa’da yaşam kalitesi dibe vurmuş durumda…
Normal bir yağmur ile,
Daire-okul arası gidiş-dönüş saatlerinde,
Milli törenler öncesi resmi-geçit provalarının yapıldığı günlerde,
Gönyeli ve Hamitköy istikametlerinden hafta içi her gün şehere girişlerde ve iş çıkışlarında, felç olan trafiğiyle…
Ve ana yollara plansız rastgele açılan yolları ve trafikteki ölümlü-hasarlı kazalarıyla…
Kanalizasyon ve çöp kokulu havası,
On yılı aşkın bir zamandır diş fırçalamaya müsait olmayan acı suyuyla…
Delik deşik yollardaki irili-ufaklı çukurları,
Boş arsalarda terk edilmiş envayi çeşitte paslı eşyaları ve araba hurdalarıyla…
Refüjlerinde izmaritten sigara paketine, pet-cam şişelerden uçuşan poşet naylonlarıyla…
Kanıksanmış sağa sola rastgele atılan öbek-öbek çöpleriyle…
Sokak aralarındaki moloz tepecikleriyle…
Giderek desibeli her geçen gün biraz daha artırılan ezan sesiyle…
Ve nihayet sivil yaşamı ve turizmi olumsuz etkileyen ve kenti de ortasından bölen askeri mevzileri, dikenli telleri, duvarları ve demir bariyerleriyle…
Dahası bazıları içerisi “küçük sidik göletleriyle kaplı” umumi tuvaletleriyle…
Yeterince değer verilmeyen tarihi eserleri, ağaçsız kaldırımları, düşünülmeyip planlanmayan bisiklet yolları, rastgele betonlaşan ve parksız ve nihayet “yaşam kalitesi dibe vurmuş başkenti”nden daha başka kesitler de ekleyeyim mi bilmem…

 

Sol, Lefkoşa’yı kurtarır mı?
Bu nedenledir ki Lefkoşa’yı ve içerisinde yaşayanları bir sonraki yılda UBP’ye teslim ve mahkum etmeyecek bir başkan ve bir miktar belediye meclis üyesini “ortak aday” yapmak yetmez…
Az Gelişmiş ve yeterince kirli bir Kuzey Afrika kentine dönüşen Lefkoşa’yı sol bu “hastalıklı” halinden nasıl kurtarabilir?
Nasıl bir “kurtarma planı” üretilir de ol başkan ve ekibi bir yıl içerisinde maaşından, makamından ve “havası”ndan çok önemseyeceği şeheri, içerisine düştüğü bu b.k çukurundan bizzat kentin yaşayanlarının yardımıyla çekip çıkarır?
Kuzey Lefkoşa’yı bir an önce Güney’dekinin yarısındaki yaşam kalitesi seviyesine çıkaracak, bunu yaparken de hükümet, bankalar, TC Elçiliği ya da Yardım Heyeti’nden alacağı kredilere değil, yani işin ekonomik kısmında, bizzat halka yaslanacak bir Belediyecilik anlayışıyla yönetime talip olmaktır aslolan.
Ortak isim üzerinde kavga etmekten çok, sanırım işlerini sokaklarda, semtlerde yaşayanlarla birlikte halletmeyi düşünen, planlayan ve çözüm arayan bir belediyecilik anlayışını yerleştirmek. “Şeherin kurtuluşu” için reçetesi ve tedavi yöntemleri ve ekibiyle birlikte herkesten fedakarlık ve kurtarılacak şehir için katkıda bulunulmasını isteyen bir düşüncenin hayata geçirilmesi.
Yoksa başkan adayı ve meclis üyelerinin kimler olacağı nasıl olsa tespit edilir?
Değil Lefkoşa’yı yönetmek için, vekil ve bakan olarak bizi yönetmek için dahi mevcutlarından çok daha kaliteli, eğitimli, donanımlı, siyasi ahlak’a sahip o kadar çok insanımız ve dahi bu işe hiçbir maddi karşılığını beklemeden soyunacak o kadar çok fedakar Lefkoşasever var ki…
Hem de sol, özgürlükçü düşüncelere sahip…
Sanırım sorun, solun kendisine ve yerele, yani oy isteyeceği halka güvenmesi ve kentin yönetimini ve dolayısıyla birçok işini onunla paylaşacak projeler üretmesidir.
Yani “ey seçmen oyunu bana vereceksin ancak bil ki karşılığında ben ve ekibimle birlikte çalışmak ve yönetimde söz sahibi olmak için de elini taşın altına koyacaksın.”
Sol ideolojisi gereği fedakar olmak zorundadır. Ancak tek taraflı fedakarlık yetmez. Bu nedenle de fedakarlığı, dayanışmayı da bizzat yaratmalıdır. Ve Lefkoşa’yı da ancak halkla birlikte sol düşüncelerle donanmış, fedakar, dinamik, emeğini esirgemeyen, çalışkan, hayatla barışık, Lefkoşasever solcular bu bataktan çıkarabilir…
Sol, Lefkoşasever bir sinerji yaratmak ve şeheri bu bataktan kurtarmak için güçlerini birleştirmek zorundadır. Kendisi fedakarlık yapmayan, çeşitli bahanelerle güçlerini birleştirmeyen bir solun, halktan talep edeceği “güçlerinizi birleştirin” mesajı da hava kalmaya mahkumdur. Ve zaten beni de yakın zaman sonra gerçekleşecek LTB seçimleri için karamsar yapan, yıllardır dönüp dönüp de hayatta yaşadığım, yazmış olduğum bir önceki bu cümledir.
Ama yine de bir şeylerin düzeleceğini umarak yazıp çizmeye ve de konuşmaya devam ediyoruz işte…

Başkan adayı eline süpürgeyi, yanına Lefkoşalıyı almalı 
Hani elinde süpürgeler, Başkan ve Belediye Meclisi üyeleri başta olmak üzere, tüm LTB personeliyle planının bir parçası olarak diyelim her hafta farklı bir semti süpüreceği sözünü vermiş. Kendisine oy verecek mahalle sakinlerini de kendisiyle birlikte evinin önünü süpürmeyi, mahallesini badanalamayı kabul etmiş sayacağını nutketmiş.
Böyle solcu bir belediye başkanı adayını bulmak hiç de zor değil.
Hele de yüzlerce Che T-Shirt’ünün giyildiği, fotoğraflarının ve sloganlarının da rağbette olduğu bir ülkede.

Che gibi…
Che Guevara Küba’da Devrim’in Ekonomi Bakanı olduğunda eline bıçağını alır şeker kamışı kesecek bir ekibe katılırmış. Bununla da kalmaz “minimum zamanda maksimum şeker kamışını kesmek” için kendi grubunun diğer çalışma ekiplerini geçmesi için adeta yarışırmış. Che, bir şeker hastası olmasına ve sürekli ilaç almasına ve bakanlık dönemindeki onca işine rağmen, her şeker kamışı kesimi mevsiminde çalışma grubuna dahil olur, bizzat kendisi de bir işçi gibi üretime katılırdı…
Bizde mitinglerde Che Guevara T Shirt’ü giyen pek çok eğitimli-fedakar-dinamik gençler olduğuna göre aday bulmakta değil, sanırım adaylar arasından seçim yapmakta sorun yaşarız…
Ancak bir daha vurgulamış olmalıyım. Sorun “sol’un ortak aday ve adayları”ının değil, Lefkoşa belediyesiyle ilgili olarak planlayıp yapacaklarının, (belediyenin batmasına neden olan hallerin araştırılması, gerekirse yargıya taşınması da dahil-hp) etrafında birleşilmesi gerektiğidir.
Belki o zaman BMBP yıllarındaki o şevk ve o heyecan dalgasını bir nebze olsun geri getirebiliriz.

 

Sol bir adaydan bir solcu olarak beklediklerim…
Milli törenlerde protokolün en önünde kat kravat, artık bir ritüele dönüşmüş törenleri izlemek yerine, o gün bir işçi gibi çalışmayı daha büyük bir yurt ve Lefkoşaseverlik görecek kadar engin düşünceye sahip olmak…
Bir bütün olarak Lefkoşa’yı, çerden çöpten, çukurdan, kötü kokulardan, mümkün olduğunca askeri bölge, silah ve mühimmattan azade kılmak, yerine de sivil-turistik yeni yaşam alanları oluşturmak, kentin tarihi silüetini öne çıkarmak, ara-bölgeyi de yakında 40 yaşına basacak olan farelerden, örümceklerden bilimum haşereden kurtarmak…
Artan nüfusuyla bir yandan fakirleşirken, diğer yandan gelir dağılımındaki eşitsizliği derinleşen, ataerkil yapısıyla da kadına yönelik şiddetin arttığı adanın Kuzey coğrafyasında, çoluk çocuklarıyla kadınlara “sığınma evleri” açmayı ve bu konuda çalışan sivil toplum örgütlerinden yardım ve destek almayı aklında tutmak…
Lefkoşa surlar içerisinde “daha az trafik, daha çok yaya”, “daha az gürültü, daha çok yeşil alan” sloganını düşüncesinde, yakın geleceğe dönük bir proje olarak bulundurmak.
Belediye sınırları içerisinde semtlerde kuracağı “çalışma gruplarıyla halktan akıl danışıp ortaya çıkan taleplerin bir bölümünü onlarla birlikte gerçekleştirmeyi planlamak ve mahalleliyi de yapılacak işlere omuz vermeye ikna etme” becerisine sahip olmak.
Yılda bir olsun trafiğe kapatacağı sokak ve mahallelerde, üretilen temiz çevrenin keyfini sokakta piknik ya da mangal keyfi yaparak sürmek…
Lefkoşa; bizzat Lefkoşalının da katılacağı, çok disiplinli, yoğun ve fedakarca bir çalışma temposu ile ancak o zaman bir Avrupa şehrine dönüşebilecektir.
Ve sol, örgüt kibrini ve çıkarlarını, yaşam kalitesi yüksek bir Lefkoşa uğruna bir yana bırakmayı becerir ve gücünü-enerjisini birleştirip de seçimleri kazanır ve Lefkoşa’nın üstesinden gelirse, bunun adına da bu ülkede mucize denecektir.
Bu nedenle adayların seçildikten hemen sonra kendilerini; “şeherin içine etmek” ve “mucize yaratmak” arasında bir sürecin içerisinde bulacaklarını da hatırlatmış olayım…

(Poli Dergisi)

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
218AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin