yaklaşımlarHalil PaşaTürkiye’yi 12 Mart Darbesi’ne götüren süreçte Kıbrıslı Türkler - Halil Paşa
yazarın tüm yazıları:

Türkiye’yi 12 Mart Darbesi’ne götüren süreçte Kıbrıslı Türkler – Halil Paşa

Yeniçağ podcastını dinleyin

68 kuşağının devrimci kalkışmasının 12 Mart askeri darbesiyle sona doğru yaklaştığı o isyan günlerinde, gettolarımızda munis bir yaşam süren biz Kıbrıslı Türkler, Bayraktarlık ve TC Elçiliği gölgesinde, (1) Dr. Küçük ile Denktaş arasında güya siyasi, ama aslında başımıza kimin lider olacağıyla ilgili ihtiraslı çekişmelerinden öteye gitmeyen “Teşkilat” döneminin “demir perdesi” altında, dünyada olup bitenlerden habersiz geçinip gidiyorduk.

Enklavlara sıkışmış cemaatimizin o yıllarda dünya ile bağlantısı o kadar kısıtlıydı ki…

PIK Radyo ve Televizyonu ile Bayrak Radyosu’nun Elen ve Türk Milliyetçiliklerinin denetimindeki kısır ve daha çok ırkçı çekişmelere sahne olan yayınları, Çukurova Radyosu üzerinden takip edilen Türkiye haberleri, bir de Türkiye ve Londra’daki akrabalarımızla kısıtlı mektuplaşmalarımız da olmasa…

Hadi diyelim ayda-yılda Lefkoşa havaalanından Ankara’ya kalkan bir uçak ve bir de haftada bir Mersin’den Mağusa Limanı’na yanaşan Feribot…

Ne BEY Yönetimini sarsacak siyasi bir muhalefet vardı, ne de 68 kuşağı Kıbrıslı Türk solcu gençlerin haddineydi öyle sokaklarda gösteri yapmak. Ve hatta ne bir gazete vardı Kıbrıs Türk liderliğine karşı açık siyasi eleştiriler yönetecek, ne de BEY yönetimine ve bu yönetimden gücünü alan Teşkilatın ortalıkta dolanan silahşorlarına!..

Siyasette muhalefet yapmanın “vatana ihanet” ve “Rumculuk” ile eş değer tutulduğu ve bunun da toplumumuzun üzerine bir “öldürülme korkusu” olarak sindiği o zaman diliminde, Türkiye’de ilk defa siyasi iktidara karşı devrimci bir isyana kalkışan 68 Kuşağı üniversiteli gençlerin sesi nasıl olduysa Lefkoşa’ya kadar ulaşmıştı. Enklavların çetin yaşam koşullarında Kıbrıslı Türkler arasında genel olarak yaygın ve baskın siyasi düşünce, Türkiye’nin mevcut devlet aygıtlarının propaganda mekanizmalarının etkisi altında, “ırkçı-milliyetçi”, “kontrgerillacı”, “özel harpçı” lider ve subaylarımızın nutuk ve yorumlarından ibaret olsa da bilgimiz…

Ve Kızıldere olayları biz Kıbrıslı Türklerin bu ahval ve şerait içinde olduğumuz böyle bir dönemine denk gelmiş olsa da…

Yine de 68 kuşağı gençlerimizden olabildiğince olaylar hakkında bilgi edinebiliyorduk.

Kıbrıslı Türk 68 kuşağı üniversiteli gençlerin önemli bir bölümü, her ne kadar Türkiyeli 68’lilerin devrimci kalkışmasının yanındaysaydı ve hatta aralarından bazıları bizzat bu mücadelenin içerisinde yer almışsaydı da, buna rağmen Kıbrıs’a geldiklerinde siyasi düşüncelerini açıkça dillendirecek kadar örgütlü ve güçlü bir sese ve soluğa sahip değillerdi. Haliyle gerek Kızldere olaylarında, gerekse Deniz Gezmişlerin idam günlerinde, Kıbrıslı Türklerin geneline yayılmış siyasi algı, (bir kısmı AKEL sempatizanı az sayıda 68’li Kıbrıslı devrimci genç ve onlarla iletişimde olan az sayıdaki kişi dışında) yazımızın başında da belirtmiş olduğumuz gibi “TC derin devleti”nin Kıbrıs’taki siyasi temsilcilerinin ajitasyon ve propaganda bombardımanı altındaydık…

Türkiye’de askeri darbeler ve sol

Ordunun, her on yılda bir alışkanlık haline getirdiği siyasi seçilmişlerine, yani Meclis iradesine rağmen var olan cılız demokrasisini de rafa kaldırarak, gerek silah gücü, gerekse devletin ideolojik aygıtlarını da arkasına alarak askeri-darbe yapma alışkanlığı Türkiye’nin o yıllardaki siyasi klasiğiydi.

Öte yandan dünyada sonradan 68 kuşağı olarak anılacak Batılı gençlerle benzer tarihlerde ayağa kalkan Türkiyeli solcu gençlere karşı yönelen 12 Mart Askeri-Darbesi sadece kendi evlatlarını yemekle kalmayacak, uluslararası siyasi gericilik için de adeta örnek bir siyasi modeli oluşturacaktı.

Bu askeri darbe yapma alışkanlığı ve zihniyeti, bir on yıl sonra 12 Eylül askeri-darbesiyle çok acımasız bir biçimde bir kez daha o geleceğin istikbali saydığı kendi gençliğini, hem de en eğitimli olanını, liseli-üniversiteli gençlerini hedef alacaktı.

Biz dönelim 1970’in ilk yıllarına. Türkiye’de üniversiteli gençler arasında sol düşünce yeniden filizlenerek dal budak salıyorken, “özgürce” gelişmeye başladığı o zaman diliminde kendi devleti tarafından “hain ve terörist” ilan ediliyordu. Bugün yargılanmış olsalardı beraat edecek olan o gençler, her gün adeta devletlerinin kolluk güçlerinin “sürek avı” ile öldürülüyor, yakalananlar işkence görüyor, pek çoğu idamla yargılanıyorlardı.

Kendi devletlerinin ölçüsüz şiddetine maruz kalan o 68 kuşağı Türkiye devrimci gençliği, yine iktidardaki cunta ve derin devlet güçleri tarafından iki siyasi tercihten birisini yapmak için adeta yönlendirilip sıkıştırılıyordu…

Gençler: “Ya düşüncelerinden vazgeçmek. Ya da düşüncelerini sonuna kadar savundukları, teslim olmanın onursuzluğundansa, direnerek çarpışmanın onuruna ulaşmak ama bunun için de ucunda ölümün de olabileceği bir siyasi diklenmeyi göze almak” üzere köşeye sıkıştıklarında bilindiği gibi ikincisini, korkup vazgeçmek yerine, ucunda ölüm de olsa doğru bildikleri siyasi düşüncelerinde ısrar etmeyi seçtiler.

Geçtiğimiz yıl 30 Mart Kızıldere anmasında, konuşmacı olarak Kıbrıs’a davet edilen Ertuğrul Kürkçü konuşmasının bir yerinde şöyle bir şey söylemişti. “Eğer bir daha 12 Mart Cunta dönemi yaşanmış olsaydı, herhalde ben ve arkadaşlarımız yine direnmeyi seçerdik. Çünkü devletin kolluk güçleri tarafından bize başka bir seçenek bırakılmamıştı…”

Ona bugün bile yukarıdaki sözleri söyletenin elbette “68 devrimciliğinde içselleşmiş cesaret, isyan ve özgürlük” tutkularından başka bir şey olmadığını bilmem burada bir daha belirtmekte gerek var mıdır?

Şimdi artık yavaş-yavaş o güne doğru, 1972 yılı baharına, Kızldere’ye yol açan sürece doğru ilerleyebiliriz.

Kızıldereye doğru

Ani polis baskınına karşı girdikleri çatışma sonrasında, Mahir Çayan ve Hüseyin Cevâhir, İstanbul’un Maltepe semtindeki bir dairede kuşatılır. Evde bulunan 14 yaşındaki kızın rehine alınmasıyla olaylar daha da büyür.

Hiç unutmam. Henüz bir ortaokul talebesi olduğum o yıl, olayı Türkiye radyolarından yayınlanan saat başı haberlerini kaçırmayarak takip etmiştim. Haberlerde Mahir ve Hüseyin adeta birer cani olarak tanıtılıp ve tekrarlanmaktaydı. Haliyle ben de herkes gibi bir an önce söz konusu iki “anarşist ve de terörist” tarafından kaçırılan ve isminin Sibel olduğunu sandığım kızın kurtarılmasını arzuluyordum. O çocuk halimle, o günlerin yaşam tarzında oldukça popüler olan “radyodan naklen futbol maçı dinler” gibi, büyük bir heyecanla saat başı Çukurova Radyosu’nu takip ediyordum…

Bir ara radyoda Çayan ve Cevahir’i ikna edebilmek için kızın anne ve babası ile aile büyüklerinin olay yerine getirilmiş olduklarına dair radyodan duyduğum bir haberi hatırlıyorum…

1 Haziran 1971 akşamına doğru radyonun normal yayın akışı kesilerek, teröristlerden birisinin öldürüldüğü ve kızın da kurtarıldığı duyurulmuştu. Gün boyunca süren cuntacı spikerin haberleri ve yorumları ile kafası yıkanmış birçok insanın, Cevahir’in öldürülmesine ve Sibel isimli kızın kolluk güçleri tarafından kurtarılmasına aynı anda “ohh” çekmekten başka şansları elbette yoktu.

Ancak yaralı olarak yakalanan Mahir Çayan’dan, polisle çatışırken dahi rehine kızın zarar görmemesi için yoldaşı Hüseyin Cevahir ile göstermiş oldukları özen, Türkiye halkı tarafından hiçbir zaman öğrenilemedi. Çünkü o yıllar cunta yıllarıydı. Ve radyolarda spikerlere ve gazetelerde gazetecilere ve camilerin şerefelerinden hoparlörlerle belediye görevlilerine yaptırılan ısmarlama yayınlar, askeri-cuntanın kontrolü ve emri altındaydı.

“Terörist ve hain” olarak nitelendirdikleri gençlerin, cuntanın işine gelmedikçe hiçbir ifadelerine kesinlikle yer verilmiyordu.

Mahir Çayan o gün yaralı çıktığı çatışma sonrasında tutuklanarak İstanbul Maltepe Cezaevi’ne konur. Askeri Sıkıyönetim Mahkemesi’nde davaları sürerken, 29 Kasım 1971’de THKP-C’den (2) Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz ile THKO’dan (3) Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, kazdıkları tünel ile hapisten firar ederler.

Sıkıyönetim koşullarında İstanbul’da kalma olanakları daraldığı için de Mahir Çayan, Ankara’ya geçer. 19 Şubat’ta THKP-C üyesi Ulaş Bardakçı, Arnavutköy’de kaldığı evde kuşatılır ve devletin kolluk güçlerince öldürülür. Mahir Çayan ve arkadaşları bir yandan sürekli yer değiştirerek yakalanmamaya çalışırlarken, öte yandan da idam cezası verilmiş olan Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının kurtarılması için eylem kararı alırlar. Bu arada Ankara’da devrimciler arasındaki ilişkiler de asker ve polis baskınları arttıkça giderek daralır. Önce siyasi kadroların bir kısmı Karadeniz’e gider. Koray Doğan’ın polis tarafından öldürülmesi ve diğer askeri operasyonlar sonundaki yakalanmalar sonrasında geriye kalanlardan Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna ve Ertuğrul Kürkçü de Karadeniz Bölgesi’ne geçerler.

Oy dere Kızıldere

Bir süre Fatsa’da kalan THKP-C ve THKO lider ve kadrosundaki üniversiteli gençler, son bir çaba ile ileride “Türkiye sol tarihine unutulmayacak olaylardan birisi” olarak kazınacak ve onları Kızıldere direnişine doğru sürükleyecek planlarını gerçekleştirmek üzere kesin bir siyasi karara varırlar.

“Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idamının engellenmesi için, her ne pahasına olursa olsun çatışma dahil her türlü “devrimci eyleme” girişilecektir.”

Bu düşünceyle 26 Mart 1972’de THKP-C kurucusu Mahir Çayan, THKO Üyesi Cihan Alptekin, Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç MYK Üyesi Hüdai Arıkan, Ünyeli Ahmet Atasoy, öğretmen Ertan Sarıhan, Ünye’nin NATO’ya ait radar istasyonunda çalışan iki İngiliz ile bir Kanadalı teknisyeni kaçırırlar. Karşılığında talep ettikleri, elbette idamla yargılanmakta olan THKO önderleri, arkadaşları, yoldaşları Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın serbest bırakılmasıdır.

28 Mart’ta grup, rehinelerle birlikte Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyü muhtarının evinde kalmakta olan arkadaşları Kürt kökenli Ömer Ayna, Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü’nün kurucusu olarak aranmakta olan Üsteğmen Saffet Alp, Dev Genç Genel Sekreteri Sinan Kazım Özdoğru, SBF öğrencisi Sabahattin Kurt ve Fatsalı Nihat Yılmaz’ın yanına giderler.

On bir kişilik devrimci grup köyün muhtarının evinde mevzilenir.

30 Mart günü Kızıldere muhtarının köydeki evi, askerlerin yanı sıra, aralarında Mehmet Eymür dahil MİT ve Kontrgerilla uzmanlarının da hazır bulunduğu kalabalık silahlı askeri bir grup ve komutanlar eşliğinde ablukaya alınır.

Mahir ve on arkadaşını ihbar eden, ne yazık ki kurtuluşları uğruna ölümü göze aldıkları köylülerdir. Askerlerin megafonla yaptığı teslim olun çağrılarına karşı muhtarın evinden devrimci sloganlarla karşılık verilir.

 

Bu arada muhtar ve ailesinin olası bir çatışmada zarar görmemeleri için söz konusu devrimci gençler tarafından evden uzaklaştırıldıkları görülür.

Cuntanın Kızıldere operasyonu, Ankara Merkez Komutanlığı görevinde bulunan Tümgeneral Tevfik Türün tarafından yönetilir. Helikopter destekli güvenlik güçleri, ağır makineli tüfekler ve (köylülerin iddialarına göre) NATO silahlı güçleriyle donatılmışlardır.

Devrimciler evin girişini, tahıl ve un çuvalları, dolap, yatak, yorgan, yastık ne varsa tahkim ederler. Evin çatısında birkaç delik açarlar.

Öğleden sonra saat 14.00 sularında İngiliz ve Kanadalı rehinelerin kendilerine çatıdan gösterilmesi ve kendileriyle konuşturulmasını isteyen çevreyi kuşatmış binlerce asker ve polisten oluşan birliklere söz konusu rehineler gösterilip konuşmaları sağlanır.

Askerlerin başındaki komutan rehinelerin koşulsuz bırakılmasını talep eder ve başka hiçbir açık kapı bırakmaz.

İlginçtir ki operasyon sırasında dahi rehinelere önem verilmeyecektir.

Mahir Çayan askerlerle iletişime geçmek için çatıya çıkıp konuşma yapar ve şöyle seslenir:

“Sıradan askerleri çekin üst düzeyler gelsin”. Biz bu yola dönmek için değil ölmek için girdik.”

O andan itibaren artık Kızıldere’de çatışma, daha doğrusu katliam için geriye sayım da başlamış olur.

Katliam başlıyor…

Askerler kısa bir süre sonra devrimcilerin arasından bir veya birkaç kişinin çatıya çıkmasını isterler. Görüşme yapılması isteğine uyarak çatıya çıkan Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Saffet Alp çatıda beklerlerken ansızın üzerlerine ateş açılır.

“Bu ateşin kimin emriyle açıldığı ve neyi amaçlamış olduğu bugün de açıklığa kavuşmuş değildir. Teknisyenlerin ve devrimcilerin tümünü uzun bir kuşatmadan sonra askeri açıdan dahi sağ olarak ele geçirilmelerinin mümkün olduğunu konuyla ilgilenen hemen hemen her uzman belirtmiştir.

Ancak o dönemde 12 Mart askeri cuntasının asıl hedefinin bir arada kıstırdığı solun genç önderlerini bir an önce ‘temizlemek’ olduğunu tahmin etmek çok da güç değildir.

Askerlerin ani ateşi altında kendilerini çatıdaki delikten eve atmayı başarabilen üç kişiden Mahir Çayan başından yediği kurşunla vurulur ve hemen orada can verir. Ardından daha önce alınan karar uyarınca İngiliz ve Kanadalı teknisyenler öldürülür. Kerpiç evde bulunan devrimcilerin silahlarının atış menzili dışında kalan güvenlik kuvvetlerinin uzun menzilli silahları ile yağdırdıkları mermilere karşı koyamayan, buna karşılık siper aldıkları duvarları kolayca delen makineli tüfek mermileriyle isabet alan devrimcilerden Ömer Ayna gözünden vurulur. Cihan Alptekin karnından yaralanır.

Bir süre sonra ateş kesilip askerler tarafından çağrılar yapıldıysa da kendilerini fiilen kurşuna dizmiş olan güçlerle görüşme yapmayı reddeden devrimcilerden sağ kalanlar evin sahanlığında toplanırlar. Eve yapılacak yeni saldırıyı topluca karşılamak üzere el bombalarını hazırlayarak beklemeye başlarlar. Uzaktan tüfek bombaları ve roketatarlarla yapılan yeni saldırıda, topluca bulunulan sahanlığın bir bölümü isabet alır. Bu arada tahrip olan bölümde el bombası taşıyanlardan birinin pimi çekilmiş el bombası elinden fırlayınca ötekilerin de ortasında infilak eder ve bir dizi patlamaya yol açar. Evin arkasından sahanlığa girilen ikinci girişi tutmakta olan Ertuğrul Kürkçü dışındakilerin çoğu ölürken, Ertuğrul Kürkçü evin bitişiğindeki samanlığa geçerek saklanır. Evden gelen silah atışlarının kesilmesi üzerine otomatik silahlarla etrafı tarayarak eve girenler can çekişmekte olan Saffet Alp’i kurşuna dizerler. Evdekilerin tam sayısını bilmemeleri ve muhtar Emrullah Arslan’ın verdiği sayıyla ölülerin sayısının tutmamasına rağmen hava kararırken cesetleri de alarak köyden ayrılırlar. Ertuğrul Kürkçü saklandığı yerden çıkamaz.

Ertesi gün ölülerini almak üzere gelen yakınlarının teşhisleri sırasında Ertuğrul Kürkçü’nün babasının ölenler arasında oğlunun bulunmadığını söyler. Bunun üzerine yeniden yapılan arama sırasında Ertuğrul Kürkçü de yakalanır.” (4)

Kızıldere üzerine birkaç söz

Kızıldere’nin unutulmayışının elbette tarihsel bir anlamı vardır.

Her şeyden önce idam sehpasındaki yoldaşlarına kendi canlarını ortaya koyarak sahip çıkan 68 kuşağı devrimcilerin yalın kahramanlığı ve yoldaşlığının ta kendisidir Kızıldere.

En zor koşullarda kişisel, grupsal, sekter düşünce ve duygulara kapılmadan hayatlarını ortaya koyarak, farklı örgütlerden olsalar bile yoldaşlarını yalnız bırakmama, kurtarma çabasıdır.

12 Mart faşizmine, emperyalizme ve düzene bir başkaldırıdır Kızıldere.

Kızıldere sosyalistlerin, devrimcilerin sistemle bir uzlaşmaya gitmeden, düzen içi arayışlara yönelmeden doğrudan başka bir dünya için devrim ve sosyalizm için başkaldırısıdır.

Türkiye solu hala siyasi tartışmalarında bir şekilde 68 kuşağının etkisini taşıyorsa ve Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya geçtiğimiz yüzyılın Türkiye’deki en önemli sol kahramanları olarak anılmaya devam ediliyorlarsa eğer, bu onların tarihe bıraktıkları devrimci cesaretlerindendir.

30 Mart Kızıldere’de öldürülen onlar, 6 Mayıs Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı ve nihayet 18 Mayıs’ta Diyarbakır Cezaevi’nde işkence edilerek katledilen İbrahim Kaypakkaya…

12 Eylül faşizminin işkencelere tabi tuttuğu, cezaevlerine tıktığı ve nihayet idam sehpalarına gönderdiği 78 kuşağından Erdal Eren, Necdet Adalı gibi isimler de hep 68 kuşağından feyz almış ve sonra da “beslenmeyip asılması yeğlenmiş” çocuk yaşta koca bir yürekli gençleriydi Türkiye’nin.

………………………..

Bu nedenledir ki Türkiye’nin sol harcında, geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında yoğrulmuş çok sayıda gencin kanı vardır.

Bugünden geriye bakınca, Kızıldere’nin bir yönüyle Türkiye solundaki en büyük iş birliği, en büyük ortak devrimci eylem olduğu da bir gerçek…

Üç arkadaşlarının, üç yoldaşlarının, Deniz’in Yusuf’un ve Hüseyin’in idamlarını engellemek için canlarını ortaya koyarak, ucunda ölümün olabileceğini düşünerek kavgaya atılmış, kendilerinden misliyle silahlı bir ordu karşısında cesurca direnerek ölmüş on körpe can…

Türkiye solunun siyasi tarihine adlarını kazımış on cesur yürek…

…………………………………………………………………………..

(1) Kıbrıslı Türkler arasında idarenin “Bayraktarlık Elçilik ve Yönetimi olarak anılan arasında yaygın olarak kısaca BEY olarak anılan açılımı ise, aslında Türkiye Özel Harp Dairesi ve TC Elçiliği nezdinde ve seçimsiz olarak başa getirilen bir Kıbrıslı Türk liderle (önce Dr. Küçük, sonrasında Denktaş-hp) yürütülen ve kimi zaman adına “Teşkilat Dönemi” de denen 1963-74 yılları arasında Kıbrıslı Türklerin getto yaşamında geçirdikleri siyasi süreç.

(2) Türkiye Halk Kurtuluş Partisi- cephesi.

(3) Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu.

(4)Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt 7, sf. 2185-88. (kısaltılmış özeti-hp)

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
234AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin