Kıbrıs iktibasNikos MoudourosMuhafazakâr demokrasi’nin parti kimliği: başka bir Türk modernleşmesi mi? (1) - Nikos...
yazarın tüm yazıları:

Muhafazakâr demokrasi’nin parti kimliği: başka bir Türk modernleşmesi mi? (1) – Nikos Moudouros

Yeniçağ podcastını dinleyin

AKP, ilk ortaya çıktığı andan itibaren pek çok analist için bir tür siyasi “bilmece”yi teşkil ediyordu. Partinin “bilmece yanı” kuruluşundan itibaren çok kısa bir süre içinde dönemin neredeyse bütün toplumsal hoşnutsuzluğunu kendi çıkarına kullanmayı başararak ülkenin yönetiminde güçlü bir varlık olarak ortaya çıkmasına odaklandı. Türkiye’deki yeni hükümet partisi etrafında başlayan arayışlar, lider kadrolarının çoğunluğunun siyasi geçmişi göz önüne alındığında hem partinin ideolojik kimliğiyle, hem de ülkeyi istikrar koşullarında yönetme becerisiyle ilgiliydi. Ancak son tahlilde, bu yeni siyasi parti Türkiye’nin içinde ve dışında yaşanan geniş ve karmaşık süreçlerin sonucuydu. AKP’nin ortaya çıkışı ve egemen oluşu Türkiye’deki toplumsal farklılaşmaların ve aynı zamanda uluslararası gelişmelerin kapsamlı bir yansımasıydı. İdeolojik kimliğinin belirlenmesi ve sistemleştirilmesi çabasının bütün bu gelişmeleri dikkate almak zorunda olması hiç de tesadüfî değildir.

Nitekim 1990′lı yıllardan itibaren ve özellikle 21. yüzyılın başında İslam’ın batı tipi demokrasi ile ilişkisi etrafındaki tartışmalar dünya çapında alevlenmişti. ABD’deki 11 Eylül 2001 terörist saldırıları, Türkiye’nin de içinden eksik olamayacağı bu tartışmalara yeni bir boyut verdi. Bu somut tartışmalarda Türkiye’nin eksik olamamasının temel sebebi her şeyden önce siyasi idi ve ABD ile NATO’nun Avrasya bölgesine yönelik planlarıyla doğrudan bağlantılıydı. 11 Eylül saldırıları bölgeye ilişkin olarak zaten 1990′lı yıllarda ortaya çıkan teorik süreçler aracılığıyla, Amerikan dış politikasının Türkiye’ye yeni, çok boyutlu bir rol vermek için aradığı bahaneyi teşkil etti. Örneğin çeşitli Amerikan hükümetlerinin Ulusal Güvenlik ve Dış Siyaset konuları eski danışmanı Zbigniew Brzezinski’ye göre, “Karadeniz bölgesini istikrarlı hale getiren, Akdeniz’e erişimi kontrol eden, Rusya’yı Kafkaslarda dengeleyen, Müslüman fundamentalizmine karşı bir panzehiri teşkil eden ve NATO’nun güney sığınağı olarak kullanılan” Türkiye Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Avrasya’da ABD’nin hegemonya rolünün devam etmesi hedefi açısından çok önemliydi.

2001 Eylülündeki olaylardan sonra, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına karşı en temel “tehdit” İslamcı fundamentalizmdi ve tam olarak bu noktada daha geniş planlamalarda ve özellikle de “terörizme karşı savaş” doktrininin ekonomik ve siyasi çerçevesinde Türkiye’nin önemi aşamalı bir şekilde arttırıldı. Orta Doğu’da, Arap dünyasında ve daha geniş olarak Avrasya’da Türkiye’nin öneminin arttırılması çabası bölgeye ilişkin Amerikan planlarının askeri eksenine ve özellikle de “Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi” aracılığıyla ifade edilen siyasi ve ekonomik eksene dayanıyordu. Bu proje, BM Kalkınma Programı’nın himayesi altında ve 2002-2005 döneminde Arap entelektüelleri tarafından kaleme alınan Arap dünyasının kalkınması konulu raporlardan belirleyici olarak etkilendi. Söz konusu raporlarda, bölgenin problemlerinin demokrasi eksikliği, düşük eğitim düzeyi ve güçlü, geniş bir özel girişimci sektörün olmamasından kaynaklandığının altı çiziliyordu . Dolayısıyla, İslamcı fundamentalizmin silahlı biçiminin etkisizleştirilmesinin ötesinde, Amerikan planları çerçevesinde ortaya çıkan gereksinim bu bölgenin küresel kapitalist sisteme entegrasyonuydu. Türkiye, bazı önkoşullar altında, bir neoliberal ekonomik kalkınmanın ve gelişmiş pazarlara entegrasyonun iyi bir “örneği” idi .

11 Eylül terörist saldırılarından sadece birkaç hafta sonra, ünlü Economist dergisi yayınladığı bir makalede ABD’nin Ortadoğu’daki “tek Müslüman müttefiki” olarak Türkiye’nin öneminin arttırılmasının altını çiziyordu. Bu yeni uluslararası düzende Erdoğan’ın kendisinin ve partisinin ideolojik ve siyasi tezleri temelinde sahip olacakları önemin altının çizilmesi özellikle karakteristikti . Kısacası, Türkiye’nin işlevi konusunda ABD ve müttefiklerinin aradıkları, neoliberal değerlerle beraber ılımlı bir İslam” kavramını temsil edecek, İslam dünyası için bir “örnek bir model”in öne çıkarılmasıydı . 11 Eylül 2001′in uluslararası alanda yarattığı durumun içerisinde partisinin oynayacağı rolü bizzat Erdoğan’ın kendisi betimleyici bir şekilde tanımladı. Erdoğan 2002 Ocak ayında Amerikan Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nde (Center for Strategic and International Studies – CSIS) konuşurken “Partimizin görüşüne göre, terörizmin bertaraf edilmesi için askeri önlemler yeterli değildir. Batı ile İslam dünyası arasındaki karşılıklı anlayış askeri önlemler kadar önemlidir. Türkiye gibi bir ülke ve bizim partimiz gibi bir parti bu karşılıklı anlayışa katkıda bulunabilir. Eksiklikler olmasına rağmen Türkiye’de demokrasi işlemektedir ve laiklik tartışılmasına rağmen anayasal düzeni teşkil etmektedir. Bu özellikleriyle Türkiye örnek bir devlet olabilir” diye vurguladı .

Erdoğan’ın bu sözleri, hangi vesile çerçevesinde söylendiğine bakıldığında, özel bir önem kazanmaktadır. AKP lideri o zaman “Dinler arasında Barış” konulu New York’taki bir toplantıya devlet yetkilisi olarak değil, bir parti lideri olarak davet edilerek ABD’ye gitmişti. Bu bir taraftan ABD’deki çeşitli güçlü çevrelerin yeni partiye ilişkin tercihini gösteriyordu,  ancak diğer taraftan da bizzat Erdoğan’a “Müslüman bir demokratın” ideolojik kimliğinin temellerini bütünsel bir biçimde öne çıkarma fırsatını veriyordu .

(devam edecek)

kaynak: gazeddakibris.com

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
216AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin