arşivUlus IrkadMilliyetçilik gerekli miydi? - Ulus Irkad
yazarın tüm yazıları:

Milliyetçilik gerekli miydi? – Ulus Irkad

Yeniçağ podcastını dinleyin

Aslında bazılarına göre kaçınılmazdı da. Mesela Balibar, Gellner ve Benedict Anderson’a göre de her ulus devletin temelinde kan bulunmaktadır. Ve her ulus devlet kurulurken, onu kuran egemen ve ulusçular muhakkak kan dökmüşlerdir. Hatta şunu da belirtelim son zamanlarda mesela geçen hafta bir Kıbrıslırum arkadaşımız bunun kaçınılmaz da olduğunu belirtti bize bir konferansta, Yeşil Hat Bölgesi üzerindeki”Dostluk Evi”nde. Bu Kıbrıslırum arkadaşımız AKEL Komünist Partisi’nde Ziartedes’den de alıntı yaparak, Kıbrıs Komünist Partisi olarak geçen AKEL’in de bu kaçınılmaz akımı benimseyerek Enosis’i benimsediğini söylerken, bir diğeri de Marksist olduğunu ve Dimitrof’tan alıntı yaparak (Ulusal Burjuvazi ile anlaşma konusu-Stalin’den de örnek alınarak) Enosis’in kaçınılmaz olduğunu belirtirken, aslında Kıbrıslıtürklerin Enosis’i kabul ettiklerini ama TMT teröründen korktuklarından dolayı Enosis’i reddettiklerini veya Enosis’e karşı geldiklerini iddia etti. Sonuçta bu arkadaşlar bize milliyetçiliği mazur veya kaçınılmaz gösterdiler ve tarihe eleştirel bakmayarak daha sonra çekilenlerin de daha fazla milliyetçilikten dolayı olduğunu gizlediler bana göre.Yani milliyetçilik aynı etnisite, aynı kültür, dil, din, kan, aynı soy ve aynı toprak birliğini paylaşan insanlar topluluğunu da kapsar biliyoruz bunu. O halde milliyetçilikte bir gruplaşma ve kendinden olmayanı dışlama da vardır. Öyledir değil mi? Peki , Madem ki aynı ırktan insanlar topluluğuydu bu oluşum , 1879 Fransız İhtilali de doğuş nedeni olarak gösterilir, niye Fransız İhtilali “Yeryüzü memleketim, milletim insanlık” şiarını ilk başından itibaren ilke edinmişti ve sonra ne oldu da bu şiar yerine milliyetçilik gelişti? İşte bu konuları ta başından başlayarak işlememiz ve şimdiki sonuçlara gelmemiz ve ulus devletlerin ırkçılaşmaları üzerinde durmamız gerekiyor.

“Ticaretin esas olarak lüks mallarla sınırlı olduğu kapitalizm öncesi cağlarda bile, Akdeniz Ticareti, bu ticarete uygun bir çok üstyapılar, dinler kurmayi denedi. Uygarlık Komün’den doğdu, komünün dini ise, totemlerdi. Komünlerin totemleri, yani dini, tanrıları, doğa karşısında son derece güçsüz bir canlı olan insanın yaşamasını ve dayanışmasını mümkün kılıyordu ama uygarlığın ve ticaretin ilişkileri söz konusu olunca, bir engel haline geliyordu. Her komün, her tanrı, ayrı bir hukuk, ayrı bir üstyapı demekti.

Böylece komünün üstyapısıyla gelişmiş ticaret arasındaki çelişki önce tanrılar arasındaki ilişkiler ve hiyerarşi ile çözülmeye çalışıldı. Birinci ve ikinci batın uygarlıkları, Sumer, Mısır, Asur, Yunan ve Roma’nın o bir yığın tanrısı, aslında, o dönemin uygarlıkları ve komünleri arasındaki ilişkinin üstyapıda yansımasıydı.

Ne var ki, bu çözüm, bir bakıma, bu günkü bir tek dünya olmuş dünyada, bir tek dünya toplumu ve dini (üstyapisi) ihtiyacının, Birleşmiş Milletler ile çözülmeye çalışılması gibidir. Zeus’un ve en güçlü birkaç tanrının yerini bir bakıma ABD ve Güvenlik konseyi almıştır. O zamanın tanrıları da tıpkı bu günün ulus totemleri olan bayraklar gibiydi bir bakıma.

Bu celişki Roma’da en had safhasına ulaştı. Roma bir yandan, bütün Akdeniz ve Orta Doğu bölgesini feth ederek bölgenin birliğini sağlamış oluyordu, ama feth ettiği yerlerde tek bir üstyapı sistemini kuracak bir dinden yoksun bulunuyordu.

Hiristiyanlık bir bakıma bu çelişkiyi aşmanın dinidir. Hiristiyanlık bütün bu bölgedeki bütün diğer tanrıları yani uygarlık ve komünlerin düzenlerini yok edip onları bir tek Allah’in düzeni içinde toplama girişimiydi. Kendisi başlangıçta böyle bir kaygıyla değil, sınıflı toplum içinde ezilenlerin bir muhalefet hareketi olarak başlamış olsa da, gerçek tarihsel gelişimi böyle oldu. Havariler o dönemin büyük ticaret yolları ve kavşaklarında yaşadılar. Baba-Oğul-Ruhulkudüs aslında Arz-Talep ve Fiyat üçlüsünün tanrılaştırılmasıydı. Pazarı yöneten yasalar Allah adıyla tüm o uygarlık alanının gerçek tanrısı (dini-üstyapısı) oluyor ve bütün diğer tanrılariı (dinleri-üstyapıları) ortalıktan kaldırıyordu.

Hiristiyanlık belki Akdeniz ticaret alanında böyle bir birliği sağlayabilecek bir araç olarak ortaya çıktı ama, bu arada Çin, Hint , İran ve Ortadoğu-Akdeniz arasındaki dünya ticareti gelişti. Çürüyen Bizans ve Pers uygarlıkları bu ticaretin gelişmesi önünde bir engel haline gelmişler böylece ticaret yolları, henüz uygarlığa yeterince bulaşmamış Guney’e, Arap yarımadasına kaymıştı.

Böylece bir yandan Semitik gelenekler dolayısıyla eski orta doğu kervan yolları üzerinde ortaya çıkmış İbraniliğin, diğer yanda yine ondan kaynaklanan, Roma İmparatorluğu topraklarında yayılmış Hiristiyanlığın geleneklerini bilen; ayni zamanda o zamanın dünya ticaret yollarının merkezinde bulunan; ayni zamanda putları ile henüz komün döneminde yaşayan, kan ve kabile kardeşliğinden ötesini bilmeyen ama Kabe’ye topladığı putlar (Totemler, komün tanrıları) aracılığı ile bu komünler arasındaki ilişkileri düzenlemeye çalışan Araplarda bu çelişki hem en üst düzeyde bulunuyor hem de çözecek unsurları, ve çözmek için gerekli katalizatörleri de icinde barındırıyordu.

Böylece Muhammet dini bir yandan, içinde doğduğu komünler, yani putlar düzenine karşı bir tek Allah ile bir tek hukuk ve din kardeşliği üstyapısı kurarken, ayni zamanda bu din, sadece Araplar için değil, o günkü Dünya Ticareti için de bir tek dünya hukuku üstyapısı oluşturacak bir anlayışı içinde taşıyordu.

Örneğin, sosyalizm doğuşunda bulunan ve bu gün unutulmuş olan, emeğin kurtuluşunun ne ulusal ne de yerel bir sorun olamayacağı önermesi, her hangi bir yerde sosyalizmin iktidara gelmesi halinde bu ülkede veya yerde kurtuluş olamayacağından, bütün dünyadaki diğer yerler kurtuluncaya kadar savaşı içerir. Bu kavrayış da keza, şu meşhur “Tek Ülkede sosyalizm Olmaz” anlayışını içerir. Yani sosyalizm ancak dünya çapında kurulabilir. Yani sosyalizmin egemen olmadığı her yer, ele geçirilmesi ve sosyalizmin egemen kılınması gereken bir savaş alanıdır. Bu ele geçirme ille de dışarıdan fetihle olacak diye bir kural da yoktur.

Ayni anlayış İslam’da da vardır. “Darül Harb, Dar Ül İslam” kavramları, bir dunya devrimi, bir sürekli devrim anlayışını tıpı tıpına içerir. Tanrının dışındaki bütün tanrıların, putların (yani başka hukukların, başka dinlerin) egemen olduğu her yer bir savaş alanıdır, onların ele geçirilip orada hak düzeninin kurulması; diğer tanrıların ortadan kaldırılması gerekir. “Kutsal Cihat”, bu “sürekli devrim” savaşının ta kendisi olarak ortaya çıkar.

Müslümanların kardeşliği, Allah’ın birliğine inananların kardeşliği olduğundan, Müslümanlığın, aslında tüm insanların kardeşliğini kabul edenlerin kardeşliğinin dini olduğu; bunu kabul etmeyenleri ise, puta taparlık olarak yok etmeyi hedeflediği, yani bütün dünyada, bir tek hukuk ve üstyapıyı kurmayı hedeflediği görülür.

Allah’ın birliği bir tek hukuk, bir tek devlet demekti aslında. Hazreti Muhammet de Çin, Hint ve Akdeniz yollarının birliğini sağlamak için Tanrı’nın birliğini savunurken, aslında bir tek hukuk ve siyasi sistemi savunmuş oluyordu.

Ne var ki, Muhammet’in ya da İslam’ın bu Devrim’i ve yayılışı, bırakalım Çin ve Hint’i bir yana, Pers ve Bizans’ı daha feth edemeden, Klasik ön Asya uygarlıklarının topraklarına yayıldığında, bütün gençliğini ve dinamizmini daha sehabeler zamanında yitirdi. Feth ettiği uygarlıklar tarafindan feth edildi.

Bundan sonra sadece, Oğuzlar, Berberiler, Özbekler gibi henüz komün gelenekleri yaşayan yeni Müslüman olmuş fatihlerin yaptıkları gençlik aşılarıyla, İberik (Endülüs Emevileri); Balkan ve Anadolu (Osmanlı) ve Hint (Babür Şah) yarımadalarında yayılabildi.

Ama bu sefer, en azından Pers ve Akdeniz uygarlık alanını ele geçirmiş olan ve bir zamanlar kendisi dünya ticaretine bir cözüm olarak ortaya çıkmış bulunan İslam Uygarlığının kendisi bizzat bu ticaretin gelişmesinin önünde bir engel olarak ortaya çıktı. Tıpkı İslam’ın doğuşu öncesinde Sasani ve Bizans’ın yolları tıkaması gibi, bu sefer Osmanlı ve İran’daki Müslüman (Şii ve Sunni) imparatorluklar bu yolları tıkamış bulunuyordu. Ve tıpkı Bizans, Sasani döneminde, ticaret yollarının Güney’e, kuş uçmaz kervan geçmez Hint denizine ve Arap yarimadasına kayması gibi, o zamanlar dünyanın kuş uçmaz kervan geçmez sapa köşesi olan, Batı Avrupa kıyılarına ve Okyanuslara kaydı”.

 

-DEVAM EDECEK-

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
241AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin