yazılariktibasTrajedimizi nasıl atlatacağız? - Terry Eagleton
diğer yazılar:

Trajedimizi nasıl atlatacağız? – Terry Eagleton

Yeniçağ podcastını dinleyin

Orjinal yazının kaynağıunherd.com
alıntı yapılan kaynakdunyadanceviri.wordpress.com

Trajik bir çağda mı yaşıyoruz? İklim değişikliği hakkında en çok kullanılan sözcüklerden biri olan felaket [catastrophe], kadim Grek trajedisinden bize ulaştı. Kutuptaki buzulların erimesini tanımlamanın kötü bir yolu olmayan ani bir kriz ya da dönüş anlamına geliyor. Virüse gelince, kadim Grekler veba hakkında bir iki şey biliyordu. Oedipus, tahta çıkma hakkını, kentini vebadan kurtararak kazandı. Belki Kraliçe de bu rolü Chris Whitty’den [2019’dan bu yana Birleşik Krallığın Tıbbi Başdanışmanı olan epidemiyolog -ç.n.] devralmalı.

Trajedi, bize kırılganlığımızın yanı sıra değerimizi de hatırlatır. Kıymetli görmediğimiz yaratıklar için yas tutmazdık. Çoğumuz bir pirenin ölümüyle harap olmadık. Bir kiniğin Endonezya’daki COVİD ölümleri yüzünden uykusuz kalması pek olası değildir.

Bir trajedi yaşıyorsak, bu kolektif bir trajedidir. Grekler de bunu anlardı: Trajik dramada şarkı söyleyip dans eden bir grup sıradan yurttaş olan Koro’nun amacı, felaketi toplumsallaştırmak, onu sadece birkaç soylu [patrician] şahsiyetin sorunu olmaktan çıkarmaktır. Öyle olsa bile, hayatları yeterince önemli görülmediğinden, kahraman olarak bir aşçı ya da ayakkabı tamircisine sahip olamazsınız. En yüksekten düşenler en büyük sıçramayı yapar.

Akilleus’un ya da Agamemnon’un ölümü, kamusal alana şok dalgaları gönderen çok önemli bir olaydır; oysa bir kölenin ölümü şahsidir. Bir pire öldürmekten daha önemli değildir. Tarihi bir olay olarak kabul edilmez. Kadim Atina’da satıcılar olsa bile, o zamanlar Satıcının Ölümü [Arthur Miller’in, işini yitirdiği ve başarısız olduğunu hissettiği için kendini öldüren Willy Loman adlı bir adam hakkındaki 1949 tarihli trajedisi –ç.n.] adlı bir trajedi izleyemezdiniz. Oyununuza The Fall of Troy: A Farce in Three Acts [Troya’nın Düşüşü: Üç Perdelik Bir Komedi] adını vermek kadar tuhaf olurdu bu.

Bu sınıf ayrımlarının hiçbiri, ironik bir şekilde Kadim Greklerde doğmuş olan bir siyasi fikir olan kitle demokrasisinin ortaya çıkışı sonrası ayakta kalamadı. Bugüne kadarki en kanlı yüz yıl olan yirminci yüzyılda, trajedi evrensel hale geldi. Bomba gibi silahlar geliştirdiğinizde, acıları ve ağıtları küreselleştirirsiniz. Eski klişenin dediği gibi, gerçekten hepimiz bu işte beraberiz. Sadece sokaktan birini alıp, sınırlarını zorlamanız gerekiyor. İbsen’in Halk Düşmanı’nda olduğu gibi, tesisatla ilgili bir trajedi bile yaşayabilirsiniz.

Kadim Greklerin en derin korkularından biri kibirdir – haddinizi aşmanıza ve hiçbir yere varamamamıza neden olan gurur ya da küstahlık. Teb ya da Atina yurttaşları böyle bir küstahlığı gördüklerinde titreyip korkuyla gökyüzüne bakarlardı; küstahlığın hak edilen cezaya kavuşacağını biliyorlardı. İktidar ve kazanım adına doğal yaşam alanına egemen olan ve onu yok eden bir tür, şimdi aşırıya kaçmasının meyvelerini topluyor.

Her şey olabilecek Kral Lear gibilere, insanlığın hiçbir şey olmadığı -kırılgan, mide bulandıracak kadar savunmasız ve hayvani gereksinimlerince yönlendirilen- öğretilmelidir. Lear, fundalıklarda aptallar ve delilerle dolaşırken, krallar serserilere indirgenmelidir. Bir hiç olduğunuzu kabul ettiğinizde, bir şey olma şansınız var -ama sadece, Lear ya da Oedipus gibi, cehenneme sürüklenerek. Lear için bu nedamet, ölümünü önlemek için çok geç gelir. Bunun bir bütün olarak insanlık için doğru olup olmayacağı hâlâ görülmeyi bekliyor. Hiç de iyi görünmüyor.

Sorun, kibrin insan türünün içine yerleştirilmiş olmasıdır. Sadece fiziksel bir dünyada değil, aynı zamanda bir anlam dünyasında yaşadığımız için, her zaman kendimizi aşabiliriz. Bedenlerimiz, kendilerine, uygarlık denen bir protez yapabilir. Teknoloji, bedenlerimizin bir uzantısıdır ama ustalığımızdan kaçabilecek bir şeydir. Porsuklar ve sincaplar, aksine, çok sinsi olmadıkça kitle imha silahları yaratamaz. Kendilerinin çok dışına genişleyemezler. Kaliforniya’daki sincaplar Ukrayna’daki sincaplarla bir şekilde temas halinde olmadıkça evrensel yaratıklar değildir.

Bu kendilerini aşma konusundaki yetersizlikleri, kendilerini patlatamayacakları anlamına gelir ama Marcel Proust’u da okuyamazlar. Bunun nedeni, dillerinin olmamasıdır; ama bu dil ya da gelişmiş kavramlar eksikliği aynı zamanda onları nükleer savaştan koruyan şeydir. (Birkaç dersten sonra Jacob Rees-Mogg [Jacob William Rees-Mogg (d. 24 Mayıs 1969), 2022’de Başbakan Boris Johnson kabinesinde Brexit Fırsatları ve Yönetsel Verimlilikten Sorumlu Devlet Bakanı. Muhafazakâr Maoist olarak bilinir –ç.n.] kadar iyi yazabilen yunuslar için burada bir istisna yapılabilir).

Dilsel bir hayvan olmak hem bir nimet hem de bir lanettir. Aslında, eski “kutsal” terimi her ikisini de ifade eder. İnsanoğlu zengin gelişmiş bir kavramsal dünyada yaşadığı için, kendi denetiminden çıkma ve kendi başına zalim bir hayata geçme tehlikesiyle karşı karşıya olan şeyler yaratabilir. Yine de bir dile sahip olmak, birbirlerine sadece fiziksel temastan daha yakın olabilecekleri anlamına gelir. İç hayatlarını birbirleriyle paylaşabilirler. Aşk ilişkileri, bir şeyleri kaçırmıyorsam, esas olarak konuşmaktan ibarettir.

Freud’a göre uygarlık, bir bütün olarak yaratıcı dürtüler anlamına gelen Eros’un bir ürünüdür. Bununla beraber bir sorun vardır. Eros uygarlığın tek kaynağı değildir. Köprüler ve katedraller inşa etmek için Eros’un eski düşmanı Thanatos’un ya da ölüm dürtüsünün gücünü de kullanmanız gerekir. Freud için ölüm dürtüsü dışa dönüktür ve Doğa’yı boyun eğdirmek için kullanılır. Şehirler ve toplumsal düzen ancak bu şekilde inşa edilebilir. Bununla beraber Thanatos, herkesin bildiği güvenilmez bir hizmetkârdır. Nesneleri tabi kılmak istemez; müstehcen bir zevk âleminde onları paramparça etmek ister. Bu yüzden kaosun üstesinden gelmeyi amaçlayan güç, gizliden gizliye ona âşıktır. Anarşi, otoritenin tam kalbinde yatar.

Trajik figürler tam olarak suçlu değildir ama tam olarak masum da değildir. Hakiki kötü adamlar olsalardı, sempatimizi kaybederlerdi ve onların kaderine kayıtsız kalırdık. Napolyon trajik bir figür olabilirdi ama Hitler değildi. Yine de trajik kahramanlar suçsuz değildir çünkü trajik kriz, niyetleri ne kadar az olursa olsun, kendi eylemlerinden kaynaklanır.

“Suçlu masum” olarak nitelendirilen Oedipus, babasını öldürüp annesiyle evlenmek niyetinde değildir ama bilmeden bunların meydana gelmesine neden olan bir neden-sonuç ağına katkıda bulunur. Kendi geçmiş eylemleri, onu rahatsız etmek için geri döner. William Golding’in Serbest Düşüş romanının kahramanı, “Biz ne masum ne de kötüyüz” der. “Biz suçluyuz. Düşüyoruz. Ellerimizin ve dizlerimizin üzerinde sürünüyoruz. Birbirimizi ağlatır ve parçalarız.”

Hiç kimsenin amaçlamadığı ama milyarlarca bireysel eylemin sonucu olan iklim değişikliği için de durum aynı. Hiç kimse, insan soyunu yok etme düşüncesiyle arabasında kontağı çevirmedi ya da ateşe bir kürek dolusu kömür yığmadı. Müfettiş Clouseau’nun diyebileceği gibi, kimse suçlu değil ve herkes suçlu.

Bu, Hıristiyanlığın ilk günah fikriyle aynıdır; bu, bizim günahkar olduğumuz ama bundan sorumlu olmadığımız anlamına gelir. Karmaşık insan eylemleri ve ilişkileri ağında, bir yere zarar vermeden hareket edemezsiniz. Eylemlerimiz denetimden çıkıyor ve kendi hayatlarımıza hükmedebilecek korkunç sonuçlar doğuruyor. Kadim Grekler, Marx’ın yabancılaşma kavramı hakkında her şeyi biliyordu. Sadece ona Kader adını verdiler. Her zaman kendi kaçınılmaz kaderimizi örüyoruz ve bunu gerçekten özgür eylemlerle yapıyoruz.

İyi haber şu ki, tamamen çöküşü önlemek için özgür eylem, sadece adil olsa bile, bizim için hâlâ olanaklıdır. Tüm sahne trajedilerinin kötü bitmediği gerçeğinden cesaret alabiliriz. Elimizdeki ilk büyük trajik sanat eseri olan Aeschylus’un Oresteia’sı olumlu bir notla bitiyor. Kör, dilenci Oedipus sonunda tanrıları bağrına bastı; Shakespeare trajedisi genellikle yeni yaşamın belli belirsiz belirmesiyle sona erer. Ölümüne gidenlerin sadece ıstıraplarını değil, haysiyetini ya da meydan okumasını hatırlayarak birçok trajik dramdan uzaklaşıyoruz. Bir trajedi her zaman tamamen yıkımla biten bir tiyatro eseri değildir. Herhangi bir kurtuluş şansınız varsa, kırılmanız ve yeniden yapılmanız gereken bir durumdur ve o zaman bile hiçbir garanti yoktur. Şair W. B. Yeats, “Parçalanmamış/Hiçbir şey bütün ya da tek olamaz” [“Nothing can be whole or sole/That has not been rent.”] diye yazar.

Örneğin COVİD’i savuşturacağız ama gezegeni sele ve çöle indirgememek farklı bir konu. Bundan kaçınmak için, bizi bugüne kadar sürükleyen iktidar ve mülkiyet dürtüsünden vazgeçmemiz ve bunun yerine havanın kuşları ve kırın zambakları gibi yaşamayı öğrenmemiz gerekecek. Bu, çok uzun bir tarihi geri almak anlamına gelir ve tarih, çoğunlukla yaptığımız şeydir.

Tek alternatif ölmekse, insanların olağanüstü şeyler yapacağı doğrudur. Kesinlikle böyle bir alternatiften başka hiçbir şey, hükümetlerin ve ulusötesi şirketlerin ölümle uğraşma alışkanlıklarını terk etmelerine neden olmayacaktır. Ama insanlar bir şekilde öleceğini düşünürlerse cinayet, tecavüz, yağmalama ve intikam peşinde koşma gibi olağanüstü şeyler de yapacaklardır.

Kıyamet kaçınılmaz hale gelirse nasıl bir varoluşa sahip olacağımızı yeterince düşünmedik. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar tehlikelidir. Dövdüğüm ve küçük düşürdüğüm kişiler, dünya o kadar uzun sürmeyeceği için, yirmi yıl hapsedilmeden beni bir elektrik direğine asabileceklerini bilseler, ırkçı bir polis olmak istemem. Kesin olan bir şey var: kırılmış ve yeniden yapılmış olmak salt reformizmi dışlar. Reformizm, Lear’ı hayatta tutamazdı ve bizi de hayatta tutamaz.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
236AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin