iktibasZafer YörükFilistin savaşının siyasi teolojisi - Zafer Yörük

Filistin savaşının siyasi teolojisi – Zafer Yörük

Orjinal yazının kaynağıgazeteduvar.com.tr
diğer yazılar:

Gazze savaşı diye adlandırılan kitle katliamı, dünya gündemini belirlemeyi sürdürüyor. Son olarak İran, Tahran’daki İsmail Haniye suikastı üzerine misilleme yapacağını duyurmuş ve savaş vaziyeti almıştı. Ortadoğu coğrafyasında son iki haftadır tarihinin en gergin dönemlerinden biri yaşanmakta. Bu atmosfer içinde Katar’ın başkenti Doha’da başlayan yeni ateşkes müzakereleri turundan olumlu bir sonuç beklemek hayalcilik olur. Bu gerginliğin nedeni olan suikastlar zinciri, İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu’nun ABD ziyaretinin hemen ardından gerçekleşti. Başkan Biden, yardımcısı Harris ve muhalif başkan adayı Trump’la la ayrı ayrı görüşmeler yapan Netanyahu, ABD Kongresi’ne de hitap ederek çok alkışlandı.

Netanyahu’nun Kongre nutku karşısında vekillerin ve senatörlerin sergilediği coşkulu destek şatafatlı olduğu kadar, ABD kamuoyunun küresel barış ve adaleti savunan kesimleri açısından utanç verici, dünyanın sistematik baskı ve şiddet altında yaşayan halkları içinse korkutucuydu. İsrail başbakanı bir dizi tescilli yalanı ardı ardına sıralamakta ve klişeleri tekrarlamakta hiç tereddüt etmedi. Konuşmanın yüzeyi oldukça seküler bir tarih anlatısına yaslanıyordu. İsrail, 1948’de kurulduğundan bu yana komşuları tarafından yok etmeye çalışılan bir devletti. Holokost’tan arta kalan Yahudi halkı, bu varoluşsal tehditten korunmak için sürekli meşru müdafaa hakkını kullanmak zorunda kalıyordu. 7 Ekim 2023 saldırısı, bu travmatik vakaların sonuncusu olarak tarih atlasındaki yerini bulmuştu ve tekrarlanmaması için Gazze’de Hamas’ın yok edilmesi şarttı. Bu kaygıların neden Amerikan kamuoyu tarafından paylaşılması gerektiği noktasındaysa oldukça banal bir klişe devreye giriyordu: “Bu, barbarlıkla medeniyet arasındaki bir savaştır”. Dünya medeniyetinin barbarlık denizi içindeki adası olan İsrail yenilirse bütün insanlık kaybetmiş olurdu.

KIYIM, İNKÂR VE VİCDAN

Amerikalı vekil ve senatörlerin böyle bir klişeyi nasıl olup da öyle coşkuyla kabullendiklerinin de seküler bir izahı var. Barbarlık terimi Ortadoğu halkları, medeniyet terimi de Batı’nın ya da spesifik olarak ABD’nin stratejik çıkarları olarak okunduğunda, durum açık hale geliyor. İsrail devletinin kuruluşu ve bekası, önce İngiltere ardından da ABD önderliğinde bütün ‘Batılı’ devletleri içeren küresel egemenlik bloğunun hayati bir bileşenidir. Hamas ve İran, İsrail’e tehlike oluşturdukları ölçüde bu dünya sistemini de tehdit etmektedir. Böyle varoluşsal bir tehdit algısı içinde, modern zamanların en ağır katliamlarından birinin “en az sivilin zarar gördüğü savaşlardan biri” olarak sunulması, Gazze’ye insani yardımların engellenmediği ama gelen erzakın Hamas tarafından çalındığı için kıtlık oluştuğu ve benzeri yalan beyanlar da kolaylıkla kabullenilerek alkışlandı.

Ama bu seküler zemin üzerindeki bariz açıkların gözden kaçması mümkün değil. Vietnam savaşı başta olmak üzere onlarca “kirli savaş” deneyimi olan bir devletin en yetkili organının, inkârcı sapma içinde neyi inkâr ettiğini aslında çok iyi bilen bir fetişist özneye dönüşmesi, stratejik çıkarla açıklanamayacak kadar ciddi bir bozukluk. Anayasa ve yüksek yargı karşısında hesabı verilebilir belki ama son tahlilde o vekil ve senatörleri belirleyen kamu vicdanı düzeyinde oluşması kaçınılmaz açığın dikkate alınmaması ya da kapatılması nasıl mümkün oluyor?

Burada işlemekte olan ideolojik operasyonun izahı için kamu vicdanı tabir edilen o kolektif bütünün yapısına bakmak zorunlu. Vicdan ve din birbirini tamamlayan olgular ve dini kurumsallık, her ne kadar modern seküler toplumda geriye düşmüş görünse de Louis Althusser’e göre (İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, 1970), en önemli çağdaş ideolojik aygıtlar arasında yer almayı sürdürüyor. İlahi çağrılma, insan bireylerin özneleşme sürecinde temel belirleyicilerden biri. Modern seküler eğitimin akli muhakemeyi ve bilinci güçlendirmeyi hedeflediği ölçüde din de ilkel ihtiyaçlara, arzulara ve korkulara verilen kadim yanıtlar manzumesi olarak bilinçdışının temel taşını oluşturuyor. Daha öncesinde Alman düşünür Carl Schmitt (Politische Theologie,1922), din ve siyaset ilişkisi üzerine şu tezi ortaya atmıştı: Modern siyasetin ana kavramları, geçmişteki teolojik kavramların sekülerleştirilmiş versiyonlarıdır.

Son elli yılda birçok siyaset bilimci, dinlerin dünyanın her yanında kamusal alana geri döndüğü gözleminde birleşiyorlar. O kadar ki, gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerin çoğunu birlikte içeren bir siyasal de-sekülarizasyon sürecinden hatta küresel ölçekte dinlerin jeopolitiğinin egemenliğine doğru bir gidişten söz etmek bile mümkün. Bu politiko-teolojik notların ışığında Netanyahu’nun söyleminde ve Amerikan Kongre üyelerinin algısında görünür seküler yüzeyin altındaki teolojik katmana bakmak, kamu vicdanı üzerine akılda oluşan soruların yanıtlanmasının yolunu açabilir.

VADEDİLMİŞ TOPRAKLAR

“İsrail toprakları yaklaşık dört bin yıldır Yahudi halkının vatanı olmuştur. O, her zaman bizim evimiz oldu; her daim öyle olacak.” Kongre konuşmasında sarf edilen bu cümleler, tarihi veriler kadar ‘Vadedilmiş Topraklar’ mitine de gönderme yapıyor. Semavi dinlerin hepsi (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam), İbrahim’le ve onun soyu İsrailoğullarıyla Tanrı arasında yaklaşık dört bin yıl önce, iman ve itaat karşılığı toprak tahsisi anlamında bir Akit yapılmış olduğunu kabullenir. Bu Akit uyarınca, en asgari yorumla, günümüzdeki İsrail ve Filistin coğrafyasının tamamı Yahudi halkının meşru toprağıdır. Orada yaşayan başka insan topluluklarının akıbetiyle ilgili olarak Tevrat’ta şu açık hüküm bulunmaktadır:

“Orada yaşayan halkları kovacaksınız. Onlarla ya da tanrılarıyla bir antlaşma yapmayın. Onları ülkenizde yaşatmayın, yoksa bana karşı günah işlemenize neden olurlar.” – Exodus 23:31–33

Dört bin yıllık tarihe bakıldığında, bu direktifleri yerine getirmenin oldukça kısa dönemler için mümkün olabildiği, aksine tarihin çoğu kısmında İsrailoğullarının mazlum ve sürekli kovulan bir halk olduğu görülecektir. İlk elde Holokost çağrışımıyla algılanan 7 Ekim saldırısı, Yahudilik tarihinde yazılı diğer kıyım ve savaşlarla da ilişkilendirildi. Bu nedenle 19. Yüzyılın sonlarında başlayıp 1948’de İsrail devletinin kuruluşuyla taçlanan Siyonist projenin Yahudi kimliği açısından önemi büyüktür: Kutsal topraklar üzerinde İsrailoğullarının egemenliğini yeniden tesis etmek. İsrail başbakanının vaddedilmiş topraklar mitine yaslanması, Tevrat’ta zikredilen ‘kovma’ emrini yerine getirmekte olduğu mesajını da içinde taşır. Amerikalı izleyicileri açısından bu da meşru bir davranış olmalıdır çünkü Hıristiyanlık, Tevrat’ın bütününü ‘Eski Ahit’ olarak İncil’e entegre ettiğinden bu ilahi hükmün tartışılması da söz konusu olamaz. Birleşik Devletler nüfusunun yüzde 70’den fazlası Hıristiyan olup dindarlık, özellikle Protestan topluluklar arasında sürekli yükseliş trendi göstermektedir.

Dışarıda oldukça örtülü konuşan Netanyahu, ülke içinde daha rahat ve umarsız olabiliyor. Savaşın başlangıcında askerlere hitaben, “Amelek’in size ne yaptığını hatırlayın” cümlesini kullanmıştı. Bununla, İbranice kutsal metinlerde adı geçen Yahudiliğin kadim düşmanı bir kavimle Gazze halkını özdeşleştiriyordu. Amelek’le ilgili Tevrat’taki hükümlerse kan dondurucudur:

“Bu kavmin şehirlerini Rabbiniz size miras olarak vermiştir. Oralarda nefes alan hiçbir şeyi canlı bırakmayacaksınız; onları tamamen yok edeceksiniz.” – Deuteronomy 20: 16-17.

Netanyahu’nun kutsal metinlere örtülü ve açık göndermeleri, dini bütün bir mümin olma ibaresinden çok askerlerini motive etme ve Yahudi şeriatına bağlı aşırı sağcı koalisyon ortaklarını elinde tutma çabası olarak görülüyor. Dışarıdaysa, Batılı ve özellikle Amerikalı Hıristiyan ve özellikle de Protestan kamuoyuna, İsrail devletinin meşruiyet kaynağı Eski Ahit’te yazılı kıyıcı fiillerine destek çağrısı yapılıyor. Ama Amelek referansı, savunma bakanının “insansı hayvanlarla savaşıyoruz” ifadesiyle birlikte Lahey Adalet Divanı’na “soykırım iradesi” kanıtları olarak sunulmuş bulunuyor.

KEHANET: ARMAGEDDON

İsrail’le Amerikan kamuoyunu ya da Yahudilikle Hıristiyanlığı, daha spesifik olarak da Yahudi inancıyla Evanjelik/Protestan inanç sistemini buluşturan düğüm noktaları, bu tarihi çağrışımlarla sınırlı değil. İsrail’in varlığı, insanlığın kaderiyle ilgili Hıristiyanlığa içkin kutsal kehanetler açısından da çok önemli. Bu nedenle, ABD merkezli güçlü bir Hıristiyan Siyonist akım mevcut. Yahudi dostu ve “dinler arası diyalog” zihniyetinin yansıması izlenimlerini veren Hıristiyan Siyonizminin aslında Antisemit bir akım olduğu, İsrail’in kuruluşu, bekası ve güvenliğinin Yahudileri ABD ve diğer Batı ülkelerinden uzak tutmayı sağlaması nedeniyle Hıristiyan Siyonistler tarafından savunulduğu yolunda ciddi iddialar var.

İsrail devletinin varlığı Evanjelik Protestan inancı için de büyük öneme sahip. Birleşik Devletler yetişkin nüfusunun üçte biri (100 milyondan fazla ABD yurttaşı), kendisini Evanjelik Protestan olarak tanımlıyor. Evanjelik inanış, Eski ve Yeni Ahit’teki kehanetlere dayanarak oldukça net bir ‘Tarihin Sonu’ anlatısı oluşturmuş. Buna göre, Mesih’in geri dönüşünü takiben dünya üzerinde bin yıllık bir ‘cennet krallığı’ çağı yaşanacak. Ama bunun ilk adımı, Yahudilerin kutsal topraklara geri dönerek sembolü yeniden inşa edilecek Süleyman Tapınağı olan kendi krallıklarını tesis etmeleri. Evanjeliklerin çizdiği bu eskatalojik şema, 1948’den bu yana bu aşamanın yaşanmakta olduğunu gösteriyor.

Ama ilahi müdahaleyle dikte ettirilip yazıya döküldükten sonra katlanmış kehanetlerin birbiri ardından açılarak seriminde, belli ki katmanlar doğrusal bir düzenle birbirini takip etmeyebiliyor. Birçok Hıristiyan vaiz, Gazze savaşını Zamanın Sonu’nun başlangıç alameti olarak görüyor. İran’ın İsrail’le doğrudan savaşa sürüklenmesi halinin kuzeydeki Ukrayna-Rusya savaşıyla birleşerek bütün yerküreyi cehenneme çevirecek 3. Dünya Savaşı’na evrilme ihtimali, Filistin merkezli bir Armageddon final sahnesinin hazırlıkları olarak okunuyor. Bazı ‘din alimleri’, kıyametin çoktan başladığı; pandemi, ekonomik durgunluk ve savaş gibi birbirini takip eden küresel sarsıntıların, paralel bir evrende iyiyle kötü, İsa’yla Deccal, ya da Tanrı’yla İblis arasında kızışmış amansız bir savaşın maddi hayattaki muhtelif tezahürlerinden ibaret olduğu iddiasını yayıyor. Netanyahu’nun söyleminde sıkça tekrarlanan “ışıkla karanlık” ve “uygarlıkla barbarlık” karşıtlıklarının bu paralel ilahi evren teziyle örtüştüğü görülebilir.

Kadim tarih mi tekerrür etmekte yoksa Zamanın Sonu eşiğinde miyiz bilinmez ama İsrail devletinin Siyonist dostlarının desteğiyle Gazze’de Filistin halkına yaşatmakta olduğu kıyamet ve cehennemi, yazılmış bir kaderin vuku bulması olarak kabullenmemizi beklediği ortada. Teopolitik söylem, Evanjelik etki altındaki Amerikan toplumunun seçilmiş temsilcilerinden başlayarak kamu vicdanını böyle rahatlatabiliyor. Yahudi-Hıristiyan dünya kamuoyunun algı haritasını önemli ölçüde belirleyen bu referanslar hakkındaki fikrimizden bağımsız olarak bu savaş ve katliama eşlik eden politiko-teolojik ya da teopolitik boyut görülmeksizin yaşananlara bir anlam vermek imkânsız.

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
299AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin