yazılariktibas"Çıkış" mümkün mü; çıkanlar nasıl çıktı? - Ayşe Kadıoğlu

“Çıkış” mümkün mü; çıkanlar nasıl çıktı? – Ayşe Kadıoğlu

Orjinal yazının kaynağıt24.com.tr
diğer yazılar:

“Çıkış” kelimesini her gördüğümde aklıma Immanuel Kant‘ın Aydınlanma’yı bir “çıkış” (Ausgang) olarak tanımlaması gelir. Muhtemelen yıllardır Siyasal Kuram dersi veriyor olmamdan kaynaklanan bir mesleki deformasyon… Kant’a göre Aydınlanma, insanın kendi kendisinin üzerine yıktığı olgun olamama durumundan çıkış, kurtuluştur. Üstünde “çıkış” yazan kapıların bende yarattığı çekim gücü de bu yüzden olsa gerek. Seçimlere bu kadar az bir süre kalmışken, elbette bu yazı ile farklı bir “çıkış”tan söz ediyorum. Bu yazı ile yanıt aradığım soru, Türkiye gibi “rekabetçi otoriter”[1] olarak tanımlanan rejimlerden seçim yolu ile çıkmanın mümkün olup olmadığı… Ve eğer son 25 yılda çıkanlar olmuş ise, onların nasıl çıktığı. Bu çıkışın Kant’ın sözünü ettiği çıkıştan o kadar farklı olmadığını da eklemek gerek…öylesi bir sıyrılışın, kararlılığın, kurtuluşun, nefeslenmenin, kendi anlayışını kullanma cesaretinin (Sapere Aude) söz konusu olduğu bir seçim sürecindeyiz.

Yirmi birinci yüzyıl bizleri giderek yaygınlaşan yeni bir otoriter rejim tipi ile tanıştırdı. Bu rejime Siyaset Bilimi literatüründe “rekabetçi otoriterlik,” ya da “seçimli otoriterlik”[2] gibi isimler veriliyor. Bu rejimlerin farklı özelliklerinin analizi geniş bir akademik literatürün oluşmasına yol açtı. Bu yeni otoriter rejimleri askeri rejimlerden ya da geleneksel diktatörlüklerden ayıran özelliklerin neler olduğu, bu rejimlerin dayanıklılığı, bu rejimlerden seçimler yolu ile çıkmanın mümkün olup olmadığı birçok konferansta tartışılıyor. Rekabetçi otoriter rejimlerde gözlemlediğimiz, örneğin, Cumhurbaşkanı kararnamelerinin sıklıkla kullanılması, referandumların yaygınlığı ya da yargının bağımsızlığına gölge düşüren politikalar ABD, Polonya, Brezilya gibi otoriter olmayan rejimlerde de uygulanıyor. Yeni otoriter uygulamaların bu denli yaygın olması “zamanın yeni otoriter ruhu” (yeni otoriter Zeitgeist) şeklinde ifade edilebilir.[3]

Siyasal rejimler birçok gözlemci kuruluş tarafından farklı şekillerde kategorize ediliyor. Freedom House, benim bu kuruluşlar arasında yöntemlerine en aşina olup, şeffaf, güvenilir bulduğum ve raporlarına en sık başvurduğum kuruluş. Freedom House, her yıl “Dünyada Özgürlük” başlığı ile yayımladığı raporlarda ülkeleri üç ayrı kategoride tanımlıyor. Bu kategoriler “Özgür,” (Free) “Kısmen Özgür” (Partly Free) ve “Özgür Değil” (Not Free) şeklinde. Freedom House 2018 yılı raporunda, Türkiye’yi “Özgür Değil” olarak tanımladı. Böylece Türkiye’nin artık demokrasi olmadığını ilan etti. “Kısmen Özgür”den “Özgür Değil”e doğru yaptığı bu statü değişikliğini kullandığı puanlamanın yanı sıra, 2017 Anayasa değişikliklerinin aşırı merkeziyetçi bir Cumhurbaşkanlığı sistemi yaratmış olması, seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyum atanmasının hukuka uydurularak yaygınlaştırılması, insan hakları savunucularının sıklıkla zulüm, baskıya maruz kalması ve vatandaşların artık düşüncelerini özgürce dile getirmekten çekinmesi gibi nedenler ile gerekçelendirdi. Peki, özgür olmayan, yani demokrasi olmayan otoriter bir rejimde seçimler ile hükümet değişikliği olabilir mi? Sanırım bugünün Türkiye’sinde yanıt bekleyen en önemli sorulardan birisi bu. Bu soruya karşılaştırmalı akademik yaklaşım ile bir yanıt vermeye çalışırsak, kuşkusuz tarihteki örneklere bakmak gerekir. Ben bu soruya aşağıda iki ayrı şekilde yanıt vermeye çalışacağım. İlk olarak, Freedom House sınıflandırması yardımı ile son dönemde gerçekleşen Brezilya ve Macaristan seçimlerinden bir çıkarsama yapmaya çalışacağım. İkinci olarak, son 25 yılda bazı diktatörlükleri deviren seçimleri, otoriter rejimleri deviremeyen seçimler ile karşılaştıran bir akademik çalışmanın bulgularını paylaşacağım. Bunu yaparken de seçimler hangi koşullarda otoriter rejimlerden çıkışı sağlamış, hangi koşullarda ise sağlayamamış sorusuna odaklanacağım.

Özgür,” “Kısmen Özgür” ve “Özgür Değil” kategorisindeki ülkelerdeki seçimler

Yaklaşan Türkiye seçimleri açısından karşılaştırmalı çıkarsama yapabileceğimiz ve 2022 yılında gerçekleşen iki önemli seçim var. Bunlardan ilki Ekim 2022’deki Brezilya seçimleri; ikincisi ise Nisan 2022’deki Macaristan seçimleri. Brezilya’daki seçimler Luiz Inacio Lula da Silva’nın Cumhurbaşkanı seçilmesi sonucu hükümet değişikliği ile sonuçlandı. Otoriter pratikleri sıklıkla kullanması ve yer yer şiddet içeren dili ile akıllara kazınan Jair Bolsonaro‘nun taraftarları seçim sonucunu kabullenmemekte ısrar ettiler ve işi -ABD Başkanlığını kaybeden Trump taraftarlarının yaptığı gibi- polis bariyerlerini aşıp Ulusal Kongre binasını basmaya vardırdılar. Bolsonaro bu baskını kışkırttığı gerekçesiyle ifade vermek durumunda kaldı. Ama sonuçta, Joe Biden gibi, Luiz Inacio Lula da Silva da Cumhurbaşkanlığı görevini devraldı. Macaristan seçimlerinde ise bambaşka bir sonuç ortaya çıktı. Birleşen muhalefet (United for Hungary), Başbakan Victor Orban ve partisi Fidesz‘in bugüne kadar elde ettiği en yüksek oy ile mecliste mutlak çoğunluğu ele geçirmesini engelleyemedi. Seçim sistemindeki değişiklikler, genel seçimin yanına iliştirilen ve çocukları LGBT konularından “koruma” adı altında sunulan referandum ve Orban’ın Ukrayna’daki savaşı ülkesine değdirmeyeceği yönündeki yaklaşımı bu seçim sonuçlarında etkili oldu.

Brezilya ve Macaristan’daki seçimlerin sonuçları bu ülkelere özgü dinamik ve politikalardan bağımsız genellemeler ile yeterli bir şekilde açıklanamaz elbette ancak ben konuya yukarıda değindiğim Freedom House kategorileri ile yaklaşmak istiyorum. Seçimler ile hükümetin değiştiği Brezilya, Freedom House tarafından “Özgür” olarak tanımlanıyor. Yani içindeki tüm otoriter uygulamalara rağmen daha “öteki” tarafa geçmemiş; hala işleyen kurumları ve yargı düzeni var. Oysa Macaristan, Freedom House 2019 raporunda “Özgür” statüsünden “Kısmen Özgür” statüsüne düşürüldü. Bu statü değişikliği ilk kez bir AB üyesi ülkede gerçekleştiği için ayrı bir önem taşıyor. Yani bu şu demek oluyor, Türkiye’nin -ben kendimi bildim bileli- ulaşamadığı AB Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni (demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlık haklarının korunması) bir AB üyesi olan Macaristan artık yeterince yerine getiremiyor. Bunu özellikle vurguluyorum çünkü genelde bir AB üyesi olan Macaristan’ın daha özgür, Brezilya’nın ise Türkiye’ye daha yakın statüde bir ülke olduğu zannediliyor. Oysa durum tam tersi. Özetle, geçen yıl yapılan iki önemli seçimin, Freedom House tarafından “Özgür” olarak tanımlanan Brezilya’da hükümet değişikliği ile sonuçlandığı, “Kısmen Özgür” olan Macaristan’da ise hükümet değişikliğinin gerçekleşmediğini gözlemliyoruz. Bu durumda Türkiye’nin “Kısmen Özgür” bile olmayıp, “Özgür Değil” kategorisinde tanımlandığı düşünülürse, seçimlerin hükümeti değiştirmesi olasılığından endişe duymamız çok şaşırtıcı olmuyor. Çünkü özgür olmayan ülkelerdeki seçimler “rekabetçi” (yani birden fazla siyasal lider ve/veya partinin katıldığı) olsalar da “özgür ve adil” koşullarda gerçekleşmiyorlar.

Freedom House değerlendirmesi ile ifade edersek eğer, Türkiye özgür olmayan bir ülke; yani odadaki filin adı bu. Ve özgür olmayan ülkelerde seçim yolu ile iktidar değişikliği çok sık rastlanan bir durum değil. Burada askeri rejimlerden sivil yönetime geçişten söz etmiyorum. Yani, örneğin, Şili’de Pinochet diktatörlüğünün sonlanmasından veya 12 Eylül darbesi ile gelen askeri rejimden çıkıştan farklı bir durum söz konusu. Burada temel soru yeni otoriter rejimlerden rekabetçi seçimler ile çıkmanın mümkün olup olmadığı. Son 25 yılda bunun örnekleri var mı? Var ise oralarda bu iş nasıl yapılmış, çıkış nasıl gerçekleşmiş? Bana göre günün sorusu budur.

Diktatörlüklerden çıkış

“Özgür Değil” olarak tanımlanan ülkelerin özelliği, en temel hak olan “hak talep etme hakkının” bu ülkelerde olmaması. Haklara nasıl ulaşıldığı en azından hakların kendisi kadar önemlidir. Örneğin, 2018 yılında Suudi Arabistan’da kadınlara araba kullanma hakkı verildiğinde, bu hakkı talep eden siviller halen hapisteydiler. Onların bu hakkı talep etme hakkı yoktu ama bu hak “yukarıdan” ve reformcu görünme çabası içindeki iktidar tarafından kadınlara verilmişti. Oysa demokrasi, hakların bahşedilmesi değil, talep edilmesinin mümkün olması ile doğrudan ilişkilidir. Özgür olmayan ülkelerde her şeyden önce “hak talep etme hakkı” kullanılamıyor. Hükümet hak olsun, hukuk olsun, maddi destek olsun…gönlünden koparsa veriyor ama vatandaşlar talep edince ceberut kesiliyor. Bu rejimlerde vatandaşlar talep etmemeyi öğreniyorlar. Bu rejimler ne kadar uzun sürer ise vatandaşları pasifleştirme olasılığı da o denli artıyor. Özgür olmayan, rekabetçi otoriter rejimlerde her şey paradoksal bir şekilde yasalara uydurulmaya çalışılıyor. Bunun için Anayasa ve yasaların sürekli değiştirildiği gözlemleniyor. Örneğin, Türkiye’de seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyum atamanın önü OHAL döneminde çıkarılan bir KHK’nın ilgili maddelerinin mevcut Belediye Kanunu içine yedirilmesi ile açılıyor ve bu uygulama “sürekli” hale getiriliyor. Bu tür yasa değişiklikleri yolu ile otoriter aktörler, Sultan Tepe ve Ayça Alemdaroğlu‘nun son derece önemli bulduğum ifadesi ile “(seçimleri) kaybetseler de kazanmaya devam ediyorlar.”[4] Hatta Anayasa ve yasalar asıl anlamlarını yitirip, otoriter rejimlerin konsolidasyonun aracı haline gelmeye başlıyorlar. Bu rejimlerin liberal demokrasilerin araçlarını, yani seçimleri, sivil toplumu, yasaları, sosyal medyayı ve demokrasi söylemini ele geçirip kendi lehlerine kullandıklarını gözlemliyoruz. Liberal demokrasilerin devamını mümkün kılan neredeyse tüm araçları kendi lehine çeviren bu yeni tür otoriter rejimlerin rekabetçi seçimler ile devrilmesi hiç de kolay değil.

Ancak yine de zaman zaman diktatörlerin yenildiğini gözlemlemek mümkün. “Diktatörleri yenmek” ifadesi, otoriter rejimler ile yönetilen aşağıdaki ülkelerde gerçekleşen 11 ayrı tarihteki seçimi inceleyen bir çalışmada kullanılıyor: Slovakya (1998), Hırvatistan (2000), Sırbistan (2000), Gürcistan (2003), Ukrayna (2004), Kırgızistan (2005), Ermenistan (2003, 2008), Azerbaycan (2003, 2005) ve Belarus (2006).[5] Bu 11 seçimin ilk 6’sında muhalefetin seçimleri kazanmasıyla hükümet değişikliği gerçekleşirken diğer 5’inde ise otoriter rejimlerin devamı ortaya çıkıyor. Bu seçimlerin dinamiklerini inceleyen çalışmanın hangi durumlarda muhalefetin seçimleri kazandığına ilişkin saptamalarını üç başlık altında toplamak mümkün:

İlk olarak, rekabetçi otoriter rejimlerin ne kadar uzun süredir iktidarda olduklarının bir önemi olduğu görülüyor. Uzun süre iktidarda olan otoriter rejimlerden seçim ile çıkmanın daha zor olduğunu söylemek mümkün. Bunu kısmen korkutma yolu ile pasif vatandaşlığın yerleştirilmesi ve vatandaşların değişimin mümkün olmayacağını düşünmeye itilmeleri ile açıklamak mümkün. Hükümetin içinde olduğu rant ağlarının uzun zamandır kökleşmiş olması da bunların yıkılmasını zorlaştırıyor. Ancak ekonomik performansın bozulması, bu rant ağlarının da zedelenmesini getirdiği için muhalefetin elini güçlendirebiliyor. Türkiye 20 yılı aşkın bir süredir aynı siyasal parti tarafından yönetiliyor. Bu durum muhalefetin işini zorlaştırıyor, kullandığı söylemin inandırıcı olmasının önemini artırıyor.

İkincisi, rekabetçi otoriter rejimlerin seçim yolu ile yıkıldığı durumlarda, hepimizin de farkında olduğu gibi, muhalefetin birleşmesi ve birlikte hareket etmesinin önemli olduğu görülüyor. Ancak bu çalışma, bu konuda ilginç uyarılar ile dolu. Örneğin, muhalefetin kaybettiği bazı seçimlerde de birleşmiş olduğuna, birleşik bir muhalefet ile seçimlere girmenin ille de muhalefetin zaferi ile sonuçlanmadığına dikkat çekiyor. Zaten bu durumu geçen yıl Macaristan’daki seçimlerde de gözlemledik. Özetle, muhalefetin birleşik hareket etmesi gerekli ancak yeterli görünmüyor. Bu karşılaştırmalı çalışmanın bulgularına göre, muhalefetin sadece birleşmek ile kalmayıp, dinamik, enerjik, yenilikçi, hatta devrimci olarak tanımlanabilecek kampanyalar yürüttüğü seçimler, genelde muhalefetin zaferi ile sonuçlanıyor. Ancak birleşen muhalefetin her şey normalmiş gibi bir kampanya yürüttüğü seçimlerde ise hükümetin değişmesi pek gerçekleşemiyor. Yani muhalefetin birleşmesinin yeterince yenilikçi bir gelişme olmadığı anlaşılıyor. Muhalefetin etken bir şekilde seçmen kayıtları ve oyların sayılması konularını gözetmesi gerekiyor. Bunun oyların doğru sayılmasını sağlamanın ötesinde, muhalif seçmenin seçimi kazanma ihtimaline inanmasını sağlamak açısından da ciddi bir önemi olduğu görülüyor. Muhalefetin, seçmenlere oylarının güvende olduğu mesajını verebilmesini sağlayacak, özgüvenli bir örgütlenme içinde olması gerekiyor. Türkiye’deki birleşik muhalefet, yapıcı, olumlu, el uzatan, diyaloğa yatkın bir tavır sergiliyor. Elbette, epeydir süregelen popülist kutuplaştırıcı siyaset tarzının yanında bu kucaklayıcı yaklaşımın “devrimci” olduğunu söylemek mümkün. Ancak seçmenleri başka bir dünyanın mümkün olduğuna ikna edebilecek bir vizyon ve heyecan da gerekiyor.

Son olarak, demokratik muhalefetin seçimleri kazandığı durumlarda, uluslararası mesajların da bir önemi olduğu görülüyor. ABD’nin, AB’nin seçimlerden beklentisi var mı? Demokratikleşmeyi destekliyorlar mı? Yukarıda sözünü ettiğim çalışmada bu tür destekleyici mesajların olumlu bir etkisi olduğu gözlemleniyor. Türkiye seçimlerinin Rusya’yı yakından ilgilendirdiğini biliyoruz. Peki, Batı demokrasilerini ne kadar ilgilendiriyor? Seçime bu kadar az bir süre kalmışken bu sorunun yanıtını hala tam olarak bilmiyoruz. Eğer bu ilgisizliğe rağmen, muhalefet bu seçimlerden zafer ile çıkacak olursa, bu durum AB reformları etkisi gibi değil, gerçekten “içeriden” bir demokratikleşme olacağı için de demokratikleşme tarihine önemli bir örnek olarak geçme potansiyelini taşıyor.

2023 seçimleri Cumhuriyet’in 100.yılında gerçekleşiyor. Demokrasi, Adam Przeworski‘nin yalın tanımı ile söylersek eğer, siyasal partilerin seçim kaybettiği sistemin adıdır.[6] Yani demokrasi olabilmesi için iktidardaki siyasal partilerin seçim kaybedebilmesi gerekir. Cumhuriyet’in demokratikleşmesi için muhalefete meyleden seçmenin öncelikle bunun mümkün olduğuna inanması gerekiyor. Bunun olabilmesi için de muhalefetin seçmene sadece cehennemden kurtulmayı değil, cennetin sözünü verdiği bir seçim kampanyası gerekiyor.

[1] Steven Levitsky and Lucan A. Way, Competitive Authoritarianism: Hybrid Regimes after the Cold War (New York: Cambridge University Press, 2010). Türkiye örneği için bkz, Sebnem Gumuscu and Berk Esen, “Rising Competitive Authoritarianism in Turkey,” Third World Quarterly, 37/9, 2016, ss. 1581-1606.

[2] Andreas Schedler (ed.), Electoral Authoritarianism: The Dynamics of Unfree Competition (Boulder, New York: Lynne Rienner Publishers, Inc, 2006).

[3] Ayşe Kadıoğlu, “New authoritarian Zeitgeist: family resemblances,” openDemocracy, 6 Aralık 2019. https://www.opendemocracy.net/en/can-europe-make-it/new-authoritarian-zeitgeist-family-resemblances/

[4] Sultan Tepe and Ayça Alemdaroğlu, “How Authoritarians Win When They Lose,” Journal of Democracy, 32/4, October 2021, ss. 87-101.

[5] Valerie J. Bunce and Sharon L. Wolchik, “Defeating Dictators: Electoral Change and Stability in Competitive Authoritarian Regimes,” World Politics, 62/1, January 2010, ss. 43-86.

[6] Adam Przeworski, Democracy and the Market, Political and Economic Reforms in Eastern Europe and Latin America (Cambridge: Cambridge University Press, 1991), s. 10.

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
296AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin