iktibasFikret Başkayaİflasın Gerisinde ne var? - Fikret Başkaya
diğer yazılar:

İflasın Gerisinde ne var? – Fikret Başkaya

Yeniçağ podcastını dinleyin

Bir toplumsal formasyonun başarısı, düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil, karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür”. (1)

Cumhuriyetin ilanından bu yana 99 yıl geride kaldı ve bu zaman zarfında gerçek bir Cumhuriyetin esamesi hiç okunmadı. “Yeni rejimin” ne olduğu, mefhum-u muhalifinden, karşıt anlamlısından giderek tanımlandı. Padişahlık değil, o halde cumhuriyettir dendi. Cumhuriyetin ilanında kitlelerin hiçbir dahli olmadı… Onların gıyabında ilan edildi. Halk kitlelerinin ‘yeni rejimden’ sonradan haberdar oldu.  Fakat haberi olmayan sadece halk değildi. Mebusların (milletvekillerinin) önemli bir kısmının da sonradan haberi oldu… Nitekim Cumhuriyetin ilen edildiği meclis oturumunda, 334 milletvekilin yarıdan fazlası, 176 millet vekili Mecliste değildi… Velhasıl, ne olduğu nasıl ilan edildiğinden bağımsız değildi… (2).

Bir ülkenin sınır kapılarına, resmi binaların ön cephesine, resmi kağıtlara cumhuriyet yazmakla orası cumhuriyet olmaz. Anayasa’ya, “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal hukuk devletidir’ yazmakla da olmaz… Laik bir rejimde devletin göbeğinde “Diyanet İşleri Başkanlığı” diye bir kuruma asla yer olamaz… Zira, laiklik, dinin mutlak surette siyaset alanının dışına çıkarılmasını gerektirir… Siz dine karışırsanız, din de size karışır… Eğer Türkiye laik bir ülke olsaydı 20 yıldır dinci (siyasal İslamcı) bir iktidar tarafından yönetilir miydi? Dinci gericilik toplumu ve devlet aygıtını kuşatabilir miydi? Koskoca ülke dinci tarikatların ve cemaatlerin insafına terk edilir miydi!. Dinci gericiliğin önünü kim neden açtı? “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ yazmakla, halk siyasal sürece müdahil olmuyor… Yasaların ne olduğu, onları kimin nasıl yaptığından bağımsız değildir… Cumhuriyet (res publica) halka ait olan anlamındadır. Ülkenin yönetiminde halk iradesinin tecelli etmesini varsayar… Başka türlü söylersek, aracın rotasının bizzat halk tarafından belirlenmesidir… İnsanların kendi kaderine sahip çıkmasıdır…Türkiye’de halkın (emekçi çoğunluğun) bırakın yönetimde etkili olmasını, yakınına bile hiç yanaştırılmadı… Doğrusu öyle bir kaygı da söz konusu değildi…Oldum olası “memleketin ve kutsal devletin sahipleri” her şeyi belirlemeye devam etti… Kaldı ki, devletin kutsal sayıldığı yerde gerisi teferruattır denir…

Sadece Cumhuriyetin ilanı sürecinde değil, ilerleyen dönemde de halk kitlelerinin siyasal sürece etkili bir dahli olmadı… Zaten ortalama bilinç ‘yurttaş bilinci’ değil, bir tür misafir, sığıntı, mülteci bilinciydi… Velhasıl imparatorluğun tabası, Padişahın kulu, Cumhuriyetin yurttaşı olamadı…  Eğer ‘yurttaş bilinci’ olsaydı, bu kadar kolay siyasi cinayet işleyebilir, kitle katiamları yapabilirler miydi? Halkı bu kadar kolay itip-kaka bilirler miydi! Bu kadar yolsuzluk yapabilir miydi? 1946-50 sonrasında ‘demokrasi’ denilen de bir sirk oyunu olmanın ötesine geçemedi… Seçimlerle sadece yönetim değil, yönetenler de pek değişmedi…  Sahnede hep aynı zihniyete sahip özgürlük ve demokrasi düşmanı burjuva politikacıları vardı… Kaldı ki, Türkiye’de siyaset, bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri (ortak yaşam alanlarını ve kaynaklarını) mülk sahibi sınıflara yağmalatmak, kaşarlanmış burjuva siyasetçilerinin de kendilerini ve çevrelerini zengin etmek amacıyla yapılan bir şeydir… Fakat hiçbir iktidar yağma-talan bahsinde “yerli ve milli” dinci AKP ile yarışamazdı…  Yağmalanmamış, talan edilmemiş hiçbir şey bırakmadılar… Her şeyi özelleştirme adı altında utanmazca gasp ettiler… Doğa yağması insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı, yaşamın temeli aşındırıldı…

İnsanların belirli aralıklarla, işte 4-5 yılda bir önlerine konan sandığa oy atması, egemenlerin oyununa gelmekten öte bir şey değildi… Velhasıl, kullanılan oyun reel bir karşılığı yok. Oy alan oy vereni temsil etmiyor… Bir temsil yanılsaması olmanın ötesine geçemiyor…

Geride kalan dönemde bu ülkenin emekçi yoksullarını sömüren, ülkenin varını-yoğunu yağmalayan, yağmalatan, yönetici elitler ‘sabredin, ilerde her şey güzel olacak’ diyorlar… Ve fakat o güzel günler bir türlü gelmiyor… Gelmesi de mümkün değildir… Şimdilerde ‘geride kalan yüzyılda Cumhuriyetimizi kurduk, gelecek yüzyılda da ‘demokrasiyle taçlandıracağız’ diyorlar… Dinci AKP cenahı da ‘yüzyıl vizyonu’ ilan etti… 2053’e, değilse 2071’e randevu veriyor… Şunun şurasında 2053’e 26, 2071’e de 49 yıl kaldığına göre…

Yönetici elitler 99 yıldır insanları “Muasır Medeniyeti yakalayıp önüne geçmek’ vaadiyle  oyalıyorlar… Ve lâkin hedef ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor…Muasır medeniyet denilen bu dünyanın emekçilerini sömüren, aşağılayan, yaşam kaynaklarını yağmalayan, talan eden kapitalist, kolonyalist, emperyalist ülkeler değil mi? Birincisi, onlar gibi olmak mümkün değildir; ikincisi, gerekli de değildir… Deveye sormuşlar: inişi mi seversin yokuşumu diye, düz yola ne olmuş demiş…

Verili eşitsiz ilişkiler dahilinde Türkiye’nin emperyalist ülkeler gibi olması, onları yakalaması, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkması asla mümkün değildir… Zira, arada bağımlılık, sömürü ve tâbiyet ilişkisi söz konusudur… Kapitalist dünya sistemi piramide benzeyen bir yapı ve işleyişe sahiptir. Pramit’in tepesinde her zaman hegememonik-emperyalist bir devlet bulunur, onu ikinci-üçüncü derecedeki kapitalist -emperyalist ülkeler izler… Aşağıdan yukarı doğru zenginlik akışı, sömürü ilişkisi söz konusudur…  Aşağıdakiler yakardakiler tarafından sömürülüyor…Pramidin aşağılarında yer alan ülkelerin tepeye tırmanması mümkün değildir… Aradaki ilişkiyi Bertholdt Brecht, ünlü tahterevalli şiirinde çok güzel anlatıyor… Birilerinin yukarda kalması için başkalarının aşağıda olması gerekiyor… Velhasıl, sömürü, bağımlılık, hakimiyet ilişkisi dahilinde yeryüzünün lanetlilerinin durumunun iyileşmesi mümkün değildir… Başka türlü söylersek, kapitalizm dahilinde bir gelecek yok…

Artık burjuva uygarlığının Büyük İnsanlığa teklif edeceği bir şey yok. Kapitalizm insana ve doğaya zarar vermeden, sosyal kötülükleri (açlık, işsizlik, yoksulluk, sefalet, manevi yozlaşma…) azdırmadan, doğa tahribatını derinleştirmeden, iklim krizi ve ekolojik yıkım peydahlamadan yol alamıyor… Dolayısıyla şimdilerde yüzleşmek zorunda olduğumuz sorunlar sadece sosyal mahiyetteki sorunlar değil… Artık denkleme yeni unsurlar da dahil olmuş bulunuyor… Araç bu rotada devam ederse, şeylerin seyri vakitlice değiştirilemezse, insanlığın ve uygarlığın geleceği tehlikede demektir…  Artık eski düşünce tarzının, eski yöntem ve araçların, bildik siyaset tarzının bir işe yaramadığı zaman gelip-çattı… Aracın rotasını insandan ve doğadan yana çevirmeden yıkım tablosundan çıkmak mümkün olmayacak… Paradigmayı değiştirmeden asla…  Cumhuriyet yüzüncü yıla Şebnem Korur Fincancı’yı ve 10 gazeteciyi hapse atarak girdi… Başka söze gerek var mı?

 

  1. Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası- Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Yordam Kitap, s. 25.
  2. Bkz: Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Yoram Kitap, ss.19-58.
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
216AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin