yazılariktibasKampizm mi, enternasyonalizm mi? - Masis Kürkçügil
diğer yazılar:

Kampizm mi, enternasyonalizm mi? – Masis Kürkçügil

Yeniçağ podcastını dinleyin

alıntı yapılan kaynakilerihaber.org

İç politikayla dış politikanın ayrılmaz bir bütün olduğu söylense de dış politika iç politikadan farklı, hatta bazen zıt değerlendirmelere tabi tutulabilir. Örneğin halk egemenliğine (veya siyasal bağımsızlığa) önem verilirken, dünyanın bir başka köşesindeki bir olayda bu ilke gölgelenir ve rahatlıkla yerini o halkın egemenliği yerine “ideolojik” kaygılar diye takdim edilen aslında “devletlu” veya “devletlerarası” olan çatışmalarda taraf olarak en büyük düşmana karşı mücadele edildiği sanılır.

Bu kısa hatırlatmalara elbette Birinci Dünya Savaşı’nda Alman Sosyal Demokrasisinin, Almanya’da işçi hakları daha gelişkin olduğu için Alman ordularının desteklemesinden başlayan bir tarih kurulabilir.

YAKIN TARİH

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “sosyalist kamp” SSCB ile sınırlı kalmayacak, Yugoslavya’dan Çin’e uzanacaktı. Ancak kısa zamanda bu kamp herhangi bir dış müdahale olmadan kendi içindeki gerilimlerle kırılmalara uğrayacaktı. Bu gerilimler Yugoslavya-SSCB’de görüldüğü üzere devlet katında belirebildiği gibi 1953 Doğu Berlin veya 1956 Macaristan ayaklanmaları gibi kitle itirazlarından da kaynaklanabiliyordu (ki birincinin değilse de ikincisinin çeşitli komünist partilerde yankıları olmuştur). Ağustos 1968’de Rus ordularının Çekoslovakya’yı işgal etmesi sonucunda ise bu sosyalist “kamp” veya “sosyalizmin anavatanı”nın sanıldığı kadar blok olmadığı anlaşıldı.

Altmışlı yılların başlarından itibaren Pekin ile Moskova arasındaki “düşmanlığa” varan gerilimler ayyuka çıkmış bulunuyordu. Yugoslavya ve Çin devrimleri oluşumları itibarıyla Moskova’nın tercih ettiği bir politikanın ürünü olmamıştı zaten. Kızıl Ordu’nun askeri başarısının ürünü olarak Polonya ve Doğu Almanya sosyalist anavatana dahil olurken bir devrimin ürünü olan Yugoslavya “anavatanın” dışında kalmıştı.

“Sosyalist kamp” Moskova-Pekin çatışmasıyla düşman kamplara ayrıldı.  Devletlerarası bir çatışma olarak beliren bu zıtlaşmada her biri başka devletlerle yürüttüğü ittifaklarında o ülkedeki emekçilerin, ezilenlerin çıkarlarını değil kendi çıkarlarını gözettiler. Pekin, Moskova’nın “barış içinde birlikte yaşama” politikasını eleştirirken kendisi de örneğin 1965’te Endonezya’da komünist partisinin yenilgisi ve büyük katliamla sonuçlanan politikayı desteklemiş, Pakistan ile çok iyi ilişkiler kurmuştu. O günlerde ABD emperyalizmi ile en keskin uzlaşmazlığı Çin temsil ediyordu. Çin yetmişli yıllarda Amerika’ya yaklaşacak ve böylece  “sosyalist kampın” yaramaz çocuğu iken “sosyalist kampın haini” olarak nitelenecektir.

“Sosyalist kamp”ı alabildiğine genişleten Çin, Vietnam ve Kamboçya’daki gelişmeler ise bütün bu “kamp” tartışmalarının sosyalizmden ziyade devletlerarası ilişkilerle alakalı olduğunu gösterecektir. 1978’de Moskova’nın müttefiki Vietnam’ın askeri birlikleri, Kamboçya’daki Pekin’in müttefiki Kızıl Kmerler yönetimine son verdi. Bunun üzerine Çin 1979 başında Vietnam sınırındaki kentleri işgal etti. Çin Hanoi yolunun açık olduğunu ancak Vietnamlıların provokasyonuna karşı “özsavunma karşı-saldırısı” olarak nitelediği cezalandırma görevini tamamlandığını ilan etti ve geri çekildi. Böylece rakibi SSCB’nin müttefikini koruma kapasitesinde olmadığını göstermiş oldu. Vietnam birlikleri ise 1989’a kadar Kamboçya’da kaldı.

Kuzey’in denge politikası olarak nitelenebilecek “barış içinde birlikte yaşama” devlet politikalarının Üçüncü Dünya’daki patlamaları engelleyemediğini, özellikle Latin Amerika’da ilerici, radikal hareketlerin bu kamplaşmanın dışında bir dinamiğin ürünü olduğu atlanmamalı. Latin Amerika’da Condor planıyla devrimci ve ilerici hareketler ezilirken ABD Vietnam’da yenilmiş, ne hikmetse hem Washington’un, hem de Moskova ve Pekin’in “iyi ilişkiler” içinde olduğu İran Şahı 1979’da İslam Devrimi ile tarih olmuş ve İran hem ABD’ye hem SSCB’ye karşı bir ülke olarak belirmiştir.

“Sosyalist kamp”ın hali için verilecek en iyi örnek herhalde Çin’in SSCB’yi ABD’den de tehlikeli, halkların en büyük düşmanı olarak takdim etmesiydi. Ki bunun yankıları 12 Eylül darbesi arifesinde Türkiye solunda da karşılık bulmuştur.

Sosyalist kamp açısından en kritik hamle Rus ordusunun Afganistan işgaliydi. Bu işgalin bilançosu dönemin en önemli tartışmalarından biriydi.

YA ŞİMDİ?

Bugün böylesi “sosyalist kamp(-lar)” bulunmamakla birlikte en azından anti-emperyalist güç diye nitelenen veya hegemonik emperyalizmi geriletecek daha düşük kalibrelik emperyalizmlerden hareketle bir “kamp”, sonuçta jeopolitik-ideolojik varsayımlarla belirli rejimler, belirli devletler desteklenebilmektedir. Eğer benzetmek mümkünse İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgecilikten kurtuluş döneminde Tito, Nehru, Nasır ve Sukarno gibi simaların önderliğindeki “bağlantısızlar hareketi” akla gelebilir. Aslında onların da Batı ve Doğu kampları arasında farklı pozisyonlar  edindikleri de atlanmamalı. Ancak bugün bağlantısızlar hareketine benzer bir “üçüncü kamp” hayal etmek mümkün değildir. Kimilerinin İran ve Rusya ilişkilerinden hareketle özel bir önem atfettiği Suriye’deki rejimin Birinci Körfez Savaşı sırasında ABD ile uyumlu ve destekleyici mahiyetteki ilişkisine bakabilir. Tabii kendi halkına reva gördüğüne de! Veya Saddam’ın Batı ile muhabbetli olarak İran’a savaş ilan etmesi nasıl bir anti-emperyalizm ile açıklanabilir?

Şimdi kimisinin faşist dediği Modi’nin Hindistan’ı, BRICS ülkeleri içindeki konumu itibariyle ABD emperyalizmine meydan okur gibi takdim edilebilmekte ve buradan da hayırlı bir iş beklenebilmekte. Artık mafyalaşan yönetimleri de, eğer ABD ile zıtlaşırlarsa, aileye dahil etmek mümkün olabiliyor.

Soğuk savaş geride kaldıysa da zihniyeti, bütün kolaycılığı ile devam ediyor. Unutmamak gerekir ki “sosyalist kamp-lar” üzerine tartışma (her ne kadar yeniden ve yeniden üzerine dönmek gerekse de) hakkında ne düşünülürse düşünülsün bu kampın iki merkezinin (Moskova ve Pekin) bugün birer karşı-devrimin ürünü olan rejimlerce yönetildiği atlanmamalı. Jeopolitik analiz, özellikle dünyadaki egemenler arası (emperyalistler arası) güç ilişkilerinin seyrini kavramak bakımından önemli olmakla birlikte, bu türden kamplaşmalardan insanlığın kurtuluşuna yönelik bir strateji devşirmenin imkânı yoktur.

İşçi sınıfının, ezilenlerin, halk kesimlerinin bağımsız siyasetini anlamsızlaştıran, iradesini körelten, milliyetçilik ve militarizmi besleyen bu tür yaklaşımlar yalnızca “dış politika”yı köreltmiyor, ona uygun iç politikaların da meşru görülmesine katkıda bulunuyor.

Anti-emperyalist mücadele el alemin devletinin sırtından yürütülecek kadar basit bir mücadele olmayıp, ancak geniş halk kitlelerin katılımıyla yürütülebilir.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
236AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin