iktibasDavid HarveyKapitalizm çözüm değil, sorunun ta kendisidir - David Harvey

Kapitalizm çözüm değil, sorunun ta kendisidir – David Harvey

“Birkaç ay daha sürecek bir karantina ve ardından yaşanacak kapitalist çöküş, kuşkuya hiç mahal yok ki ayaklanmaları beraberinde getirecek. Fakat unutmayın: sermaye sorundur, çözüm değil.” David Harvey’in ABD’deki ayaklanmalar başlamadan önce kaleme aldığı, 2 Haziran’da Jacobin’de yayınlanan yazısı

alıntı yapılan kaynakbirdirbir.org
Orjinal yazının kaynağı Jacobin
diğer yazılar:

COVID-19’un başımıza sardığı belalardan hep beraber düzlüğe çıktığımızda –tabii eğer çıkabilirsek– kendimizi kapitalizmin reformunun gündeme oturduğu bir siyasi bağlamda bulacağız. Daha virüs patlak vermeden önce, böyle bir geçişin olacağına dair ufak tefek ipuçları belirmişti. Örneğin, Davos’ta toplanan ileri gelen şirket yöneticileri, devasa toplumsal ve çevresel yıkımı görmezden gelerek kâr‎ ve piyasa değerini öncelemeye devam etmekteki ısrarlarının toplum nezdinde geri tepmekte olduğunu duydular. Yükselen kamusal öfkeden bir tür “vicdani” ya da “eko-kapitalizm” ile korunmaları gerektiği tavsiyelerini dinlediler.

Kırk yıldır devam eden neoliberal politikaların ardından, virüsün saldırısı karşısında kamu sağlık sisteminin savunma mekanizmalarının içinde bulunduğu acınası durumun gözler önüne serilmesi, dünyanın pek çok yerinde halkların rahatsızlığını daha da arttırdı. Silahlanma harcamaları ya da –çoğu karun gibi zengin olan– güya ihtiyaç sahibi şirketlere verilen sübvansiyonlar haricindeki her türlü harcamada kısıtlamaya gidilmesi, özellikle 2008 banka kurtarmalarından sonra ağızlarda acı bir tat bıraktı. Öte yandan, salgının kontrolü için harekete geçirilen ve işe yaradığı gözlenen kolektif ve kamu destekli önlemler, halkın devlet müdahalesine yönelik tutumlarında olumlu etkiler yaptı.

New York Valisi Andrew Cuomo, dikkate şayan basın toplantısında, içinde bulunduğumuz bu krizden nihai olarak kurtuluşumuzun yalnızca halihazırda var olan ekonomik, toplumsal ve siyasi manzaranın yeniden tahayyülünü değil, aynı zamanda halkın iradesi ve devletin yetkelerinin yeni ve özgün bir mutabakatını da gerektirdiğinde ısrar etti. Kısa zaman önceki New York kâbusunu yaşamış olan bizim gibiler için, devlet müdahalesinin kıymetine dair seslendirilen bu vurgu anlamlıydı.

Ne yazık ki, Cuomo’nun bu yeniden tahayyül egzersizi için hazırlık manevraları şimdiye kadar milyarderler kulübünden Michael Bloomberg’i (testlerin yapılmasını organize etmek için), Bill Gates’i (eğitim girişimlerini koordine etmesi için) ve eski Google CEO’su Eric Schmidt’i (iletişimi ve idari işlevleri yeniden düzenlenmesi için) iş başına çağırmakla sınırlı kaldı. Sokak düzeyinde gözlenebilen, tabandan yükselen demokratik dalganın hâlâ siyasi iktidarda belirgin bir etkisi yok. Öyle görünüyor ki, Cuomo’nun aklındaki yeni tahayyüller ve yeniden inşalar, sermayenin ve halkın, tarifini ilerici kapitalist seçkinlerin yapacağı ihtiyaçlarına göre şekillenecek.

İhtiyacımız olan kentler

ABD’deki burjuva yönetiminin uzun tarihinde, 20. yüzyılın başındaki “İlerici Dönem”i, 1930’ların “Yeni Anlaşma”sı (New Deal) ve 1960’ların “Büyük Toplum”u gibi, radikal reformların hayata geçirildiği bazı kayda değer dönemler oldu. Öyle görünüyor ki, bugünlerde yeni bir radikal reform için geç bile kalmış olduğumuza dair yeni bir uzlaşının büyümekte olduğuna tanıklık ediyoruz.

İşte tam da böyle bir bağlamda, özellikle kentsel yaşamı yeniden kurmak ve sadece daha rasyonel –ve daha çevre dostu– ekonomik kalkınmayı teşvik etmekle kalmayıp, aynı zamanda günlük yaşamı daha kabul edilebilir şekillerde organize edecek kentsel süreçleri canlandırmak yolunda bir iradenin harekete geçtiğini görüyoruz. Virüs, New Yorkluların pek çoğunun günlük yaşam kalitesine henüz söze dökülmemiş hasarlar vermesinin yanı sıra, gösterişçi tüketimciliğin, hazcı bireyciliğin ve şatafatlı mimari müdahalelerin yüzeysel parıltısının altında yatan devasa çürümüşlüğü de ortaya çıkardı.

Bu düşüncelerle birlikte, New York Times Yayın Kurulu’nun –davetli birkaç uzmanın kaleme aldığı serbest köşe yazıları eşliğinde sunulan– “İhtiyacımız Olan Kentler” başlıklı tartışmaya yaptıkları değerlendirmeler bazı müdahaleleri çağırıyor. Kurulun kaleme aldığı metinde merkezi tema oldukça basit. Bir zamanlar “Kentlerimiz işliyordu. Ama artık işlemiyorlar.” Onları tekrar çalışır hale getirmemiz lâzım.

Bu söylenenlerin arkasında, kısmen “Amerikan kentlerinin ulusun ekonomik kalkınmasının ateşleme motorları, zenginliğinin ve kültürünün vitrini, küresel hayranlık, takdir ve arzu nesneleri” oldukları varsayılan bir dönemin bir tür nostaljik yeniden inşası var. Bu eski güzel günlerde, kentler her ne kadar “ırkçılık tarafından sakatlanmış, vurguncu seçkinler tarafından kanı emilmiş ve çevre kirliliği ve hastalıklar tarafından hırpalanmış” olsalar da “beşeri potansiyeli açığa çıkarmanın anahtarlarını ellerinde tutuyor, kamu okulları ve üniversitelerden, halk kütüphaneleri ve parklardan, toplu taşıma sistemlerinden ve temiz ve güvenli sudan oluşan altyapı hizmetleri sunuyorlardı. Fakat hepsinden de öte, bu kentler “fırsat sunuyorlardı.”

Şimdi karşı karşıya kaldığımız sorun ise– virüsün içler acısı, yürek burkan ayrıntılarıyla gözler önüne serdiği tabloda görüldüğü üzere– “bizim kentsel alanlarımızın, kuşatılmış varlık ve ayrıcalık bölgelerini, iş bulmanın neredeyse imkânsız olduğu, hayatın çok zor ve çoğu zaman da çok kısa olduğu; eskimiş, yıkıntıya dönüşmüş binalardan ve boş arsalardan ayıran görünmez [?] ancak artan oranda geçirimsiz sınırlarla örülmüş olduğudur.” Varlıklı banliyölerdeki yaşam beklentisi oranları ortalama 90 yıl iken, bu rakam yoksul mahallelerde sadece 60 yıl. Bu gerçekleri daha da güçlü vurgulamak için Times, izleyen günlerde, ABD kentlerindeki farklılaşan yaşam beklentilerinin ayrıntılı haritalarını yayınladı.

Şimdi hep beraber?

Yaşam fırsatlarının kişinin doğduğu yerin posta koduna bağlı olduğu gerçeğine kimse itiraz edemez. Yaşadığımız sorunların listesi çok uzundur (ve kesinlikle görünmez değildir). Times gazetesinin de vurguladığı üzere: “Geçen yüzyıl zarfında kentlerin fırsat altyapısı çok kötü bir şekilde çöktü. Kamu okulları artık çocukları başarıya hazırlamıyor. Metroları şaşmaz bir şekilde düzenli ve güvenilir değil. Musluklarından kurşunlu su akıyor.” 

Düşük maaşlı işçiler için iyi semtlerde erişilebilir konutun yokluğu, köhnemiş ve düzensiz toplu taşıma sistemlerinde uzun ve yorucu yolculuklar anlamına gelir. Konuta erişememek demek sokaklarda, otobüslerde ve metrolarda konaklayan binlerce evsiz demektir. Eğitim fırsatlarının dağılımı, gelir ve servetteki farklılaşmalarla örtüşüyor ve sınıfsal ve ırksal bölünmeleri katılaştırmaya ve derinleştirmeye hizmet ediyor.

Times’ın Yayın Kurulu’nun vardığı sonuç şudur: “Zenginlerin emeğe, yoksulların da sermayeye ihtiyacı var. Kentin ise her ikisine de.” Hepimiz bir araya gelmeli ve kendimiz için daha yaşanabilir ve daha eşitlikçi bir kentleşme modeli geliştirmeliyiz. Bu parmak ısırtan bir sonuçtur! Çok basitçe, günümüz kentsel hayatının sorunlarının çoğunun kökeninde yatan temel yapıların önceliğini yeniden tesis eder.

Kuşkusuz zenginlerin emeğe ihtiyacı var, çünkü onları zengin yapan emektir. Ancak bu geçen 40 yıl zarfında yaratılan servetten aslan payını alan sermaye olmuştur. Güvencesizlik, teknolojik yerinden etme ve sanayisizleşme yoluyla emeği paramparça eden, geriye bir avuç emekçi bırakan ve başka pek çok belanın yanı sıra, kentleri maaştan maaşa geçinme mücadelesi veren, gıda bankaları ve ücretsiz yemekler olmasa hayatta kalamayacak bir nüfusla baş başa bırakan da sermayedir. Bu sermaye, işsizlik ya da kişisel bir trajedi ya da bir hastalık durumunda, bırakın konut kredilerini, kirasını ödemekten aciz bir nüfus yaratıyor.

Ronald Reagan’ın zamanında söylediği çok ünlü bir sözü var: “Devlet bizim sorunumuza çözüm değildir; devlet sorunun ta kendisidir.” Şunun farkına varmadıkça yolumuzu bulamayacağız: “Sermaye bizim sorunumuza çözüm değildir, sermaye sorunun ta kendisidir. Sermaye, Hudson Yards[1] inşa eder, ama yılda 40 bin dolardan az kazananlar için erişilebilir konutlar üretmez. Sermaye bunu yapmadığı sürece, her ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bütün reform çabaları kesin bir şekilde küçücük bir azınlığın sonsuz sermaye birikimi döngüsüne hizmet etmek üzere yozlaştırılacaktır. Sermaye, toplumsal ya da ekolojik sonuçları ne olursa olsun, bu şekilde işlemeye devam edecek ve nüfusun büyük bir çoğunluğunu kıt kanaat –ki o bile mümkün olmayabilir– geçinmeye terk edecektir.

Tanıdık bir nağme

New York Times Yayın Kurulu, çözümü için tepeden tırnağa yapısal bir reformu gerektiren bir soruna karşılık, bizi yüksek ahlaki içgüdülerimize, içimizdeki iyilik meleklerine seslenen umut verici tavsiyelerle baş başa bırakıyor. “Ayrımcılığı azaltmak için varlıklı Amerikalıların paylaşmasına ihtiyaç var, ama zorunlu olarak özveride bulunmalarına gerek yok” diyorlar. Tabii, varlıklıların fedakârlıkta bulunmak zorunda kalacakları o günden Tanrı bizi korusun! Çok umutvar bir şekilde diyorlar ki, “Daha fazla farklılıklar içeren mahalleler inşa etmek ve kamu kurumlarının özel mülkle bağlantısını kesmek, nihayetinde bütün Amerikalıların yaşamını zenginleştirecektir –ve yaşadıkları ve çalıştıkları kentleri bütün dünya için yeniden bir model haline getirecektir.”

84 yaşındayım ve bu süre zarfında bu türden şeyleri ciddiye alamayacak kadar çok kere işittim. 1969 yılında, Martin Luther King’in suikastının hemen ardından, kentin büyük bir kısmının yakılıp yıkılmasının üzerinden henüz bir yıl geçmişken, ırklara göre ayrışmış Baltimore’a taşındım. O zamanlar –NYT Yayın Kurulu’nun yaptığına benzer– yüreğimin en derinlerinden gelen kaygı dolu bir ahlakileştirmeyle, eğer biz iyi niyet sahibi insanlar (ve çekingen özneler için özel olarak tasarlanmış bir empati hapı eşliğinde olsa gerek) hepimizin kaderinin birbirine bağlı olduğunu, hepimizin bu kentte beraber yaşadığımızı bir kez olsun idrak edebilirsek, bütün sorunlarımızın çözüleceğine samimi olarak (ama nihayetinde naifçe) inanan iyilikseverlerin ruh halini geliştirmem çok uzun sürmedi.

Bütün bu deneyimim hakkında bir kitap yazdım; Sosyal Adalet ve Kent. Bu kitapta kapitalizmin kent sorununun uzun-dönem sürekliliğini ele almaya çalıştım. Şimdi, aradan 50 yıl geçmiş ve biz tam olarak aynı hataları yaparak, aynı performansı tekrarlamak üzereyiz. O zamanlar –işlemesi için kıtlığın üretilmesine ihtiyaç duyan– piyasa mekanizmasının menfur dramdaki ana sanık olduğu şüpheye mahal bırakmayacak kadar aşikârdı. Bu terimlerle düşünmek, neden kentsel eşitsizliği hafifletmek için tasarlanmış neredeyse bütün politikaların en nihayetinde altta yatan çelişkiden dolayı çarmıha gerilmekten kurtulamadığını açıklamama yardımcı oldu.

Eğer “kentsel yenileme” yaparsak, sadece yoksulluğu bir yerden bir yere taşımız oluruz (Engels, konut sorunu hakkındaki 1872 tarihli makalesinde, burjuvazinin kent sorunları için sahip olduğu tek çözümün bu olduğunu vurguluyordu). Eğer yapmazsak, bu sefer de sadece oturuyor ve devam eden çürümeyi izliyoruz. “Gettoyu parlatma”nın –o zamanlar öyle deniyordu– işe yaramadığı apaçık; öyleyse, burada yaşayan insanları kent mekânında dağıtmak aranan yanıt olmalıydı. Gerçekte bu da işe yaramadı. Bu ikinci yaklaşım, gettoyu bir ölçüde parçalamış ve dağıtmış olabilir, ama yoksulluk düzeylerini düşürmedi ya da ırkçı ayrımcılığı azaltmadı.

Neticenin tam bir fiyasko olmasından duyulan rahatsızlık, şu kanıya varılarak geçiştirildi: Yoksullar, kendilerine özgü “yoksulluk kültürleri” içinde hapsolup kaldıkları ve içselleştirdikleri için, yaşadıkları bu tehlikeli durumun sorumluluğu onlara aitti. Yapılabilecek tek şey, Daniel Patrick Moyhinan zamanında dediği gibi, “iyicil ihmal”di. Bu tavır, kurbanları suçlamayı meşrulaştıran ve eş zamanlı olarak süregiden politika başarısızlıklarının kaçınılmaz olarak dayattığı sorulardan kaçınmaya yardımcı olan, kişisel sorumluluk ve öz girişimciliğe dayanan bir neoliberal dönüşümün işaret fişeğiydi. Çok az kişi ekonomik sistemimizin kalbine çöreklenmiş güçleri sorguladı (Moynihan, şans eseri olsa gerek, aynı zamanda Cuomo’nın siyasi akıl hocası ve rol modelidir.)

Duygusal turizm

Kıssadan hisse, bahsettiğim o günlerde, kapitalist piyasa ekonomisini tehdit edebilecek şeyler hariç, her şey tasarlandı ve denendi. Öte yandan, kendi başına bırakıldığında kaçınılmaz olarak, bu salgının çarpıcı bir şekilde ortaya çıkardığı türden bir yoksullaşma sarmalını üreten şey de tam olarak bu ekonomidir.

Şu anda işsiz olan otuz milyon insanın yüzde 40’ı, salgın öncesinde yılda 40 bin dolardan az kazanıyordu ise, o zaman kuşkusuz günümüz kapitalizminin en temel insani ihtiyaçları karşılamakta aciz olduğunu kabul etmek zorundayız. 1970’lerde ortaya çıkan neoliberal kişisel sorumluluk ve beşeri sermaye iddiaları, sermaye sınıfı ve şirketler için 1960’ların reformlarının başarısızlıklarından kaçabilmeleri ve bunu yaparken de sınırsızca ceplerini doldurmaları için kolay ve rahat bir yol sundu.

Dolayısıyla, toplumumuzun dayandığı temelleri, titiz ve eleştirel bir değerlendirmeye tutmamız elzemdir. Bu acil bir görevdir. Ama önce bu görevin neyi içermediğini söyleyerek başlamama izin verin. Bu, 1970’lerin başında kanaat getirdiğim üzere, kentlerimizdeki toplumsal koşulların yeniden bir ampirik incelemesinin yapılmasını içermez. Kanımca, insanın insana karşı tescillenmiş insanlık dışı tutumuna dair daha fazla kanıt ortaya sunmak gerçekte ters etki yapıyor, çünkü bu içimizdeki “kalbi kanayan liberal”in sanki çözüme katkı yapıyormuşuz gibi hissetmesini sağlıyor. Oysa, katkı yaptığımız falan yok. Bu türden bir ampirizm size Nobel Ödülü’nü kazandırabilir, ama çözüm için manasızdır.

İhtiyaç duyduğumuz bütün kanıtları bize sunacak kadar bilgiye halihazırda sahibiz. Bizim görevimiz sahada değil. Çözüm, “ahlaki mastürbasyon” adını verebileceğimiz, şöminelerimizin yanındaki konforlu alanlarımıza çekilmeden önce üzerine tartışıp dertleşeceğimiz, göğsümüze vura vura ağlayacağımız kentli kitlelerin maruz kaldığı günlük adaletsizliklerin mazoşistçe bir araya getirildiği devasa bir dosya hazırlamaktan da geçmiyor. Böyle bir şey yapmak da karşı-devrimcidir; çünkü çözüm üretmeyi geçtim, bizi temel meselelerle yüzleşmeye zorlamak yerine, sadece vicdanımızı rahatlatmaktadır.

Bizi “bir süreliğine” yoksullarla birlikte yaşamaya ve çalışmaya, onların koşullarının iyileştirilmesine gerçekten katkıda bulunabileceğimiz (kuşkusuz kısa vadeli olarak yardımcı olacaktır) umuduyla bir aşevinde gönüllü olarak çalışmaya ya da bir aşevine bağışta bulunmaya sevk eden türden bir duygusal turizm de çözüm değildir. Eğer sonbahar geldiğinde karşımıza çıkan gerçek, okulların bir eğitim enkazına dönüşmüş olduğu ise, o çocukların bir oyun parkına sahip olmaları için yaz boyunca ana-babaları ile birlikte mücadele etsek ne olacak? Bunlar bizim tutacağımız yollar olmamalı. Bunlar sadece dikkatimizi önümüzdeki temel görevden başka yöne çekecektir.

Yeni bir çerçeve

Önümüzde duran acil görev, ekonomik ve toplumsal sistemimizi derin ve kapsamlı bir eleştiriye tabii tutarak, eşitsizlik sorununa yaklaşmanın yeni bir siyasi çerçevesinin bilinçli inşasından başka bir şey değildir. İnsani bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek için işe koşabileceğimiz kavramları ve kategorileri, kuramları ve iddiaları oluşturmak üzere hep birlikte düşünce güçlerimizi harekete geçirmeye ihtiyacımız var.

Bu kavramlar ve kategoriler toplumsal gerçeklikten soyutlanmış bir şekilde oluşturulamaz. Bunlar, çevremizdeki olayları ve eylemleri dikkate alacak bir gerçeklikle işlenmelidirler. Halihazırda dosyalarda birikmiş görgül kanıtlar ve toplumsal deneyimler bunu yapmak üzere kullanılabilir ve kullanılmalıdır. Büyük tehlikeleri göğüsleyerek yaşamlarını sürdürenlere karşı artan değerbilirliğin yükselttiği siyasi empati dalgası sele dönüşmüşken kavranmalıdır. Eğer uzun erimli, köklü reformlarla beslenmez ve sağlamlaştırılmazsa, bu dalga hiçbir işe yaramayacaktır.

Virüsün kimseye ayrımcılık yapmadığı söyleniyor. Tabii ki koca bir hayır! Tıpkı New York Times’ın Yayın Kurulu gibi, ben de, bir yandan işsiz kalıp evinden atılma ile açlık, ya da diğer yandan sadaka gibi bir maaşla kenti ve onun bakım ve konfor ağlarını çalışır halde tutmak gibi varoluşsal tercihle boğuşmak zorunda kalan ayrıştırılmış bir işgücüne bağımlı bir şekilde düzenli bir şekilde yatan maaşımla birlikte evimde rahat bir izolasyon yaşıyorum. Bu insanlar bir de her günü potansiyel olarak öldürücü bir virüs ile baş etmek zorundalar. Bu işçiler hangi posta kodunun olduğu mahallelerde yaşıyorlar acaba? Ne kadarı beyaz olmayan gruplara, yakın zamanda gelmiş göçmenlere, Latino ve Latinalara mensup? Bu çocukların kaç tane dizüstü bilgisayarı var acaba?

Bütün bunlar bir buçuk asırdır kahredici bir süreklilik arz diyor. Artık buna bir son vermeliyiz. Farklı bir ekonomi-politik ve farklı bir toplumsal ilişkiler yapısının hayat verdiği daha demokratik ve toplumsal olarak adil kentleşme biçimlerini yaratmak üzere bir yol haritası çizmeliyiz.

1960ların kent isyanlarına dayanak oluşturan eşitsizlikler hâlâ sürüyor. Hatta eskisinden daha da derinleşmiş biçimdeler. Birkaç ay daha sürecek bir karantina ve ardından yaşanacak kapitalist çöküş, kuşkuya hiç mahal yok ki ayaklanmaları beraberinde getirecek. Fakat unutmayın: “sermaye sorundur, çözüm değil.”

Yazarın notu: Bu yazı Mayıs ayında, protestolar başlamadan önce kaleme alınmıştır.

Çeviren: Şerife Geniş

 

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
320AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin