arşivUlus IrkadMilliyetçilik gerekli miydi? -2- Ulus Irkad
yazarın tüm yazıları:

Milliyetçilik gerekli miydi? -2- Ulus Irkad

Yeniçağ podcastını dinleyin

“Önce İspanyol ve Portekizliler bu yolları acti. Roma’nın kötü ruhunu yaşatan Katoliklik, onların bu dünya ticaretine uygun bir üstyapı geliştirmesini olanaksızlaştırdı. Böylece ağırlık, daha az uygarlığa bulaşmış, Denizcilikte ve ticarette ustalaşmış, Püriten Hollanda ve Ingiltere bayrağı ele aldı.

Ne var ki, Püritenlik, Hristiyanlığa ve yani Uygarlığa, Roma’nın yaşayan Ruhuna karşı bir komün geleneklerini savunma olanağı sağlasa ve oralarda ticaretin gelişmesine olanak sağlasa da, dünya ticaretinin gelişmişlik düzeyine uygun dünya çapında bir üstyapı sunmaktan cok uzaktı ve bir zamanların Müslümanlığı kadar olsun bir evrensellik çabası taşımıyordu. Hiristiyanlık çerçevesinde reformlarla, belki yeterince uygarlığa bulaşmamış Hiristiyan ülkelerinde (Kuzey Avrupa) bir ölçüde sorunlar cözülebilirdi ama dünya çapındaki ticarete uygun bir üstyapı geliştirilemezdi.

Muhammet’in İslamiyet’iyle kıyaslanabilecek girişim, Kıta Avrupa’sından, Fransa’dan geldi.

Muhammet’in Müslim kavramıyla yaptığını bu sefer İnsan (veya Akıl) kavramıyla yapmayı denedi aydınlanma. Yeni dinin Formülü, Muhammet’inkinden pek farklı değil, ama daha akıllıcaydı.

Muhammet, bir tek dünya pazarı ve hukuku için, Allah’ın birliğini ve Allah’ın birliğine inananların (Müslümanların) kardeşliğini savunmuştu. Aydınlanma, yeni dininde, bütün eski dinlerin bir inanç olduğunu soyleyerek, dinler insanın özel sorunudur diyerek. Diğer dinleri, kendisinin basit bir eklentisi haline getiriyordu. Aslında onları yok ediyor ama onlara karşı toleranslıymış gibi ortaya çıkıyordu. Aslında bu din de diğer dinlere karşı, İslam’dan hiç de farklı değildi. İslam diğer dinleri, sosyolojik olarak tamamen dosdoğru bir biçimde, tüm toplumu örgütleyen bir üstyapı olarak gördüğü için, Allah’ın birliğini kabul etmeyen bir “kafir” oluyor yani, insan olarak kabul edilmiyordu.

Ama modern toplumun dini, kendi kabülünü bir sosyolojik gerçek gibi koyarak bunu gayet ustaca gizliyordu. Bütün dinlerin serbestliğinden söz ediyordu ama bu dinleri din olmaktan çıkararak. Yani dinler kendilerinin inanç olduklarını; kişisele ait, özele ait olduklarını kabul ettikleri takdirde; yani artık din olmadıkları; modern toplumun dininin bir bileşeni oldukları takdirde serbesttiler. Hiçbir dinden kimse, benim dinime göre devlete vergi vermiyorum, askere gitmiyorum, özel mülkiyeti tanımıyorum vs diyemezdi. Bu noktada, Aydınlanma’nın, yani dinin inanç olduğunu söyleyen dinin, bu dinlere davranışı hiç de İslam’inkinden daha anlayışsız ve daha az şiddetli olmamıştı ve olamazdı.

İslam ile Aydınlanma, yani modern toplumun dini arasındaki tek fark şuydu ve ikisi de birer diktatörlüktü diğer dinler karşısında. Bu diktatörlüğü, biri (İslam) bunu Allah’ın birliğinin kabulüyle; diğeri, dinin özele ait olduğunun kabulüyle kuruyordu. Ve kendi ilkesini kabul etmeyenlere karşı biri diğerinden farklı davranmıyordu, davranamaz da. Dinin tümüyle üstyapı olduğu sosyolojik gerçeği buna el vermez. Sadece İslam ve Hıristiyanlık değil, bütün dinler de böyledir.

Ama bu Aydınlanma dini, böylece hem kendisinin bir din olduğunu; diğer dinlerden zerrece farklı olmadığını gizliyor; hem de diğer dinlerin artık din olmadıklarını görme olanağını ortadan kaldırıyordu.

Örneğin insanlar, dini artık tümüyle üstyapı olarak değil, bir inanç, epistemolojik veya kişisel bir sorun olarak gördüklerinden, kendilerinin dinsiz olduklarını iddia edebiliyorlardi. Halbuki, dinsizliğin kendisinin modern toplumun dininin din kavramını kabul anlamına geldiğini, aslında kendilerinin dinsiz olduklarını söylerken, dinin özel veya inanç olduğunu söyleyerek; dinsizliğin mümkün olamayacağını göremeyerek, modern toplumun dininin bir amentüsünü söylediklerini göremiyorlardı.

Sadece dinsizler değil, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler, Aleviler vs. İnançlarının, Budizm, İslamiyet, Hıristiyanlik, Alevilik vs. olduklarını söylerken aslında Modern toplumun dininin bir amentüsünü soylediklerini, bunu söyledikleri an artık, Müslüman, Hıristiyan, Budist veya Alevi olmadıklarını göremiyorlardı.

Bu “dinsizim” diyen bir ateist ile “benim inancım İslam”dır diyen bir Müslüman, ikisi de modern toplumun dinindendir ve bu sözleriyle bu dinden olduklarını söylemiş olurlar. Ikisi de modern toplumun, dinin inanç olduğunu, özele ait olduğunu söyleyen dinindendirler.

Özetle, Aydınlanma filozofları’nın ticari kapitalizm döneminde, dünya ticaretinin ihtiyacı olan din sorununu, Muhammet’in yaptığı gibi, bütün Allah’ları öldürüp bir tek Allah’ın kabulüyle değil; Allah’ın birliği ile değil, Allah’ı ve diğer Allah’ları, politik iktidardan uzaklaştırıp insanların “özel” sorunu, inanç sorunu yapmakla çözdüler. Yeni Allah, İnancı, özel olarak tanımlayan ve epistemolojik olarak akıl dışına atan Akıl ve bu dinden olan da İnsan oluyordu.

Bu dinden olanın adı da, İnsan oldu. Insan kavramı aslında, tıpkı Müslüm kavramı gibidir. Müslüm, Allah’ın birliğine inanan ise; İnsan da, dinin, soyun (ki komün’ün dinidir soy) özel, hukuki veya politik bir farklılık yaratmadığını kabul edendir. Bütün insanlar, dini, soyu, sopu ne olursa olsun eşittir inancından olandır insan. Ama hemen görüleceği gibi bu tanım aslında hukuki bir tanımdır, dinin özel olduğu kavrayışına dayanır.

Müslüm de İnsan da, bir tek dünya pazarı ihtiyacına biri Semitik gelenekler icinde; diğeri, Yunan ve Roma uygarlığının düşünce gelenekleri içinde verilmiş, özünde birbirinden farklı olmayan iki cevaptır.

Aydınlanma’nın “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” sloganı, veya “Bütün insanlar eşittir” bu ticari kapitalizmin ve dünya ticaretinin bir tek siyasi üstyapıya ihtiyacının ifadesiydi, “Allah’tan baska Tanrı yoktur” (la ilahe illallah) dan özünde hiçbir farkı yoktur.

Ne var ki, bu günkü dünyaya baktığımızda, tıpkı bir zamanların İslamiyet’i gibi, bu projenin de korkunç bir başarısızlık ile sonuçlandığını görüyoruz. İslamiyet de bir Dünya Toplumu kuramadı; Şam’ı Bagdat’ı feth ettikten sonra, devletleşti ve hızı kesildi.

Aydınlama da bir Dünya Toplumu kuramadı. Fransız devrimi ile birlikte, daha Fransa’nın hudutlarında bütün gençliğini ve hızını yitirdi. Yurttaş, insan ile özdeş bir kavram olmaktan çıktı; bir etni, dil, din, bölge ile tanımlanmış devlet veya ulustan olan insan anlamı kazandı. Dünya toplumu ve devletinin yerini, yüzlerce küçük devlet aldı. Insanlık sanki, dunyayı klanların, aşiretlerin, putların, totemlerin, tanrıların kapladığı “Cahiliye” dönemine döndü. Ulusal bayraklar bu modern aşiretlerin putları, tanrıları, totemleri gibidirler.

Muhammet veya Aydınlanma döneminde, yani ticaretin bu günküyle kıyaslanamayacak ölçüde dar ve lüks mallarla sınırlı olduğu dönemde bile, bu günkü uluslardan çok daha geniş alanları ve uygarlığın çoğunu kapsayan büyük dinler bile bir çözüm olamazken ve İslamiyet ve Aydınlanma buna bir dünya Toplumu ile çözüm olarak ortaya çıkmışlarken; bu günün dünyasında ticaretin böylesine muazzam yaygınlığı ve her şeyi kapsamasına rağmen, sayıları yüzleri aşan ulusal devletler ve sınırlar, çağımızın bütün sorunlarının anasıdır ve en büyük çelişkisidir.

Sosyalizm her seyden önce bütün büyük dinler, İslam ve Aydınlanma dinleri gibi, bu büyük çelişkiye bir cevap olmak zorundadır. Bu cevabın ne olduğu ise cok açıktır: uluslara ve ulusal devletlere karşı bir kutsal savaş. Aydınlanma nasıl, din özel bir sorun dediyse, ulusun da özel bir sorun olmasını kabullenmek; İslam nasıl Allah’tan baska tanrı yoktur dediyse ve bütün putları yakıp yıktıysa; bir tek insanın birliği ve kardeşliği diyerek; bütün ulusal bayrakları; devletleri ve sınırları yakıp yıkmak.

Hasılı sosyalizm bu günün dini karşısında; politik olanın şu veya bu şekilde tanımlanmış ulusal olanla tanımlanmasını kabul eden din karşısında; o ulusalı özel bir soruna indirgeyen bir DİN olmak ve bir DİN olarak; yani yeryüzü ölçüsünde bir üstyapı tasavvuru olarak ortaya çıkmak zorundadır. Tıpkı, İslamiyet veya Aydınlanma gibi.

Görüldüğü gibi geçmiş başka bir ışık altında çok daha net görüldüğü gibi gelecek projeksiyonları da klasik yaklaşımlardan cok farklılaşmaktadır. Şimdi biraz da bu günün dünyasını ve nasıl böyle olduğu ve bunun dunyasının temel sorunlarını bu ışık altında anlamayı deneyelim.

Dünya ticaretinin gereklerine uygun bir üstyapı projesi olan Hrıstiyanlık (Akdeniz bir dünya gibi görülebilirdi o zaman), İslam ve Aydınlanma projelerinin hepsi, daha ilk adımda başarısızlğa uğradı.

Hıristiyanlık, başarıya ulaştığı noktada bir devlet dini haline geldi. Hrıstiyanlık Roma’yı feth ettiğinde aslında artık eski uygarlıkların devletçiliğinin “Ruh Ul Habis”i (Kötü ruhu) Roma tarafindan feth edilmiş bulunuyordu.

Müslümanlık yayılmasını eski uygarlık beşiklerine doğru yaptığından, daha ilk eski ön Asya uygarlıklarını feth ettiğinde, onlar tarafindan feth edildi, Pers, Orta Doğu ve Roma uygarlıklarının yoluna girdi. Daha bir kuşak geçmeden çürümeye başladı…”

-DEVAM EDECEK-

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
236AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin