yazılariktibasRousseff’in hikâyesi Castillo’nun hikâyesidir - Kazım Ateş

Rousseff’in hikâyesi Castillo’nun hikâyesidir – Kazım Ateş

Orjinal yazının kaynağıbirgun.net
diğer yazılar:

Bütün Latin Amerika’da, 1980’ler, “kayıp ona yıl” (la década perdida) olarak adlandırılan derin bir ekonomik krize tanıklık etti. Peru ekonomik krizi, Aydınlık Yol (Sendero Luminoso) ile on yılda on binlerce insanın öldüğü bir iç savaşla birlikte yaşadı. 1980’lerin sonuna gelindiğinde siyasal ve kurumsal, radikal bir dönüşüm kaçınılmaz hale gelmişti. Bu dönüşüm için iki aday çıktı. İlki, bütün dünyanın tanıdığı, Nobel ödüllü bir yazar Mario Vargas Llosa’ydı. Llosa’nın, Peru’nun krizden çıkışının ancak bir neoliberal şok programıyla, ortodoks kemer sıkma politikasıyla mümkün olduğunu savunması, sadece yoksul alt sınıfları değil burjuvazinin merkantilist politikalardan faydalanan kesimlerini, ayrıca artık miadını doldurmuş muhafazakâr partilere yaslanan beyaz elit imajı, yerliler ve diğer beyaz-olmayan nüfusu yabancılaştırdı.

Llosa’nın rakibi, Peru Tarım Üniversitesi rektörü olmak, kısa dönem bir TV programında yorumcu olmak dışında tanınırlığı olmayan, yerleşik kurumsal siyasal sistemin dışından gelen bir isim olan Alberto Fujimori’ydi. Fujimori’nin başkan adaylığının bir yönü kişisel zorunluluklar ve rastlantılardır. Aslında diğer partiler listesine almadığı için, Peru yasalarının verdiği bir imkânla, senatör seçilebilmek için başkan adayı oldu. Kazanmasını sağlayan koşullar da (diğer adaylar arasındaki sert rekabet, solun ortak aday çıkaramaması, Llosa’nın yarattığı olumsuz imaj vs) bir aşırı belirlenim örneğidir. Seçim başarısının diğer yönünde ise Peru’daki ekonomik ve siyasi krizin sorumlusu olarak gördüğü siyasal elitlere karşı, Peru halkının da sahip olduğu genel eğilimi yansıtan popülist/halkçı söylem vardı.

FUJİMORİ’NİN KATI REJİMİ

Bu söylemin başarılı olmasında kurumsal siyasetin, hem mevcut siyasal elitlerin hem de Japon asıllı olması dolayısıyla Lima’nın zengin beyaz elitleri dışından gelmesi nedeniyle özellikle yoksul yerlilerin özdeşleşmesini sağlayan bir profil olması gibi özellikler etkili oldu. Ancak, genel olarak akademik çalışmaların bu yönünü öne çıkarması Fujimori’nin esas sahip olduğu desteğin üzerini örtmektedir.

Birincisi Fujimori’nin saldırısı “partidocracia” (partilerin yönetimi) ile sınırlıydı, yani siyasal elitleri karşısına alırken ekonomik elitlerle arasını her zaman iyi tuttu. Fujimori, 1970’lerdeki gücünü korumaktan uzak olmasına rağmen sendikalara saldırmayı ihmal etmedi. İkincisi, Fujimori’yi seçimden önce de sonra da Peru’nun en güçlü “partisi”, ordu destekledi. 1988’de yayımladığı Yeşil Kitap’ta, ordu, ekonominin hızla liberalleşmesini, önemli kamu işletmelerinin özelleştirilmesini ve devlet müdahalesinin sınırlanmasını önermiş; Aydınlık Yol’a karşı mücadelesinde ordunun yetkilerinin genişletilmesini istemiş ve bütün bunlar için 15 yıla kadar yayılabilecek bir geçiş döneminde otoriter bir rejimin gerekli olduğunu ifade etmişti.

1992 yılında Fujimori, işte bu ordunun desteğini arkasına alarak, “Fujimorazo” olarak adlandırılan “autogolpe” ile parlamentoyu kapatmış, yüksek yargıyı dağıtmış, anayasayı askıya almıştır. Bugün hala yürürlükte olan yeni anayasa kabul edilmiş, seçim döneminde Llosa’nın savunduğu ama kendisinin eleştirdiği radikal bir kemer sıkma politikası uygulamıştır. Yine bu dönemde, radikal neoliberal programın uygulanması için zorunlu görülen, iktidarı liderde yoğunlaştıran siyasal yeniden yapılanmanın uluslararası finans kurumlarının tam desteğini aldığı unutulmamalıdır. Nihayetinde Fujimori, özellikle yerlilere yönelik sistematik insan hakları ihlalleri ve yolsuzluk suçları nedeniyle şu anda hapishanededir ancak bugünün Peru’sunun sosyal-siyasal çerçevesi onun yarattığı otoriter rejim, anayasal-kurumsal yapı ve özellikle onun döneminde palazlanan yeni Peru oligarşisi tarafından çizilmektedir.

Devam etmeden önce iki noktanın açıklanmasında fayda olabilir. Birincisi, Latin Amerika başkanlık sistemlerine özgü yasama ve yürütme arasındaki sistemik kriz; ikincisi, hala bir oligarşiden söz edilip edilemeyeceğidir. Bütün başkanlık sistemlerine özgü bir çatışma ekseni, her ikisi de halkoyuyla seçilmiş başkan ve parlamento arasında egemenliğin temsil edilmesi konusundaki gerilimdir. Bunun yanı sıra Latin Amerika başkanlık sistemlerine özgü bir diğer gerilim/çatışma ekseni, Latin Amerika’da kongrenin, ABD’de olduğu gibi dar bölge ile değil çok partili, nispi temsil sistemiyle belirleniyor olmasından kaynaklanmaktadır.

Kendileri de halkoyuyla seçilmiş başkanlar kongrede çoğunluk desteği bulamamakta ve dolayısıyla yasa yapmakta zorlanmaktadır. Kongre çoğunluğu, Peru’da olduğu gibi, uzlaşmaz ve düşmanca bir partinin kontrolündeyse siyasal bir kriz kaçınılmaz hale gelmektedir. Eğer başkan, Pedro Castillo örneğinde olduğu gibi, kurumsallaşmış partilerden, parti sisteminden değil dışarıdan gelmiş bir isimse, kongre desteğinden tamamen mahrum kalabilmektedir. Bu sistemik kriz, çok sayıda başkanın görev süresini tamamlamadan indirilmesine yol açmaktadır. Latin Amerika tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur.

SİSTEMİN AÇMAZLARI

Latin Amerika’da başkanların yasal, de jure yetkileri yetersiz kaldığında de facto güçleri, kongredeki parti desteği ve/veya halk desteği etkili olabilmektedir ve dolayısıyla başkanlar bu sistemik krizi atlatabilmek için kitle mobilizasyonuna başvurmaktadır. Kitle desteği olmadığında, başkanın düşürülmesi, haksız ve adaletsiz olduğunda bile kaçınılmaz hale gelmektedir. Örneğin Brezilya’da Dilma Rousseff’in 2016 yılında azledilmesi, bu krizin en tipik örneğidir. Roussef’e yöneltilen suçlamaların hiçbir dayanağı yoktu. Federal bütçenin kötü yönetilmiş olduğu suçlaması önceki başkanların yaptığı rutin bir uygulamaya dayanmaktaydı. Yolsuzluk konusunda hiçbir delil sunulamamıştı. Rousseff’e yönelik yolsuzluk suçlamasını yönelten isimlerin başında gelen Kongre Başkanı Eduardo Cunha’nın kendisi daha sonra yolsuzluktan hapis cezası almıştır. Daha sonra ortaya çıkan tapeler, Rousseff’in “Operação Lava Jato” (Araba Yıkama Operasyonu) olarak bilinen ve muhalefet liderlerinin dâhil olduğu yolsuzluk soruşturmasını engellemek için görevden alındığını göstermiştir.

Ortada hiçbir suç olmamasına rağmen Rousseff başkanlıktan indirilmiştir çünkü ne Kongre’de parti çoğunluğuna ne de kitle desteğine sahiptir çünkü o dönem yaşanan ekonomik kriz, ardı sıra düzenlenen dünya kupası ve olimpiyat oyunlarının krizi derinleştirmesinin sonucunda Rousseff de facto güçten de mahrum kalmıştır. Rousseff’in hikâyesi biraz da Castillo’nun hikâyesidir.

TEHDİDİN KAYNAĞI OLİGARŞİ

İkinci nokta, “Latin Amerika’da demokrasiye yönelik tehdidin kaynağı, oligarşi mi popülizm mi?” sorusudur. Genel olarak liberal ana akım çalışmalar tehdidin kaynağında popülist-otoriter liderlerin tehdit kaynağı olduğunu ileri sürmektedir. Popülizm/halkçılık tartışmasının ve liberal eleştirisinin sorunlarını şimdilik bir tarafa bırakarak, tehdidin kaynağında oligarşinin yattığını ileri süreceğim. Latin Amerika çalışmalarında oligarşik dönem, büyük toprak sahiplerinin ya da bu sınıfların hegemonik olduğu iktidar blokları için kullanılır. Dolaysıyla toprak sahibi oligarşinin tasfiye edilmesiyle, örneğin Peru’da 1968 darbesiyle, özellikle Juan Velasco Alvarado yönetimiyle, oligarşik dönemin kapandığı kabul edilir.

Oligarşiyi, Latin Amerika’nın tarihsel sosyolojisinin değil siyaset teorisinin bir kavramı, zengin azınlığın siyasal kararları belirlediği ya da etkilediği bir rejim olarak kullandığımızda, Latin Amerika demokrasilerinin yaşadığı krizlerin bir nedenini bulmaya yaklaşmış oluruz. Özellikle Fujimori dönemi, radikal neoliberalleşmenin daha da güçlendirdiği sanayi ve finans çevrelerinin siyasal iktidarının arttığı, bu iktidarı en azından dengelemesi beklenen örgütlü/sendikalı işçi sınıfı hareketinin oldukça zayıfladığı, zayıflatıldığı, ekonomide enformelleşmeye paralel olarak toplumun genel olarak örgütsüz ve atomize olduğu bir dönemdir. Bir küresel mesele olmakla birlikte hâkim sınıfların siyasal iktidarı ve etkisinin en açık olduğu ülkelerden biri Peru’dur. Buna paralel olarak, yine Fujimori döneminde, radikal bir bürokratik-teknokratik yönetme biçimi kurumsallaşmıştır. Bu güç ve kapasite, Kongre’den yargıya, sivil bürokrasiden orduya, düşünce kuruluşlarından medyaya uzanan geniş bir ağı ifade etmektedir.

YOLSUZLUK SARMALI

Bunun en açık örneklerinden bir tanesi, Araba Yıkama Operasyonu’nun derinleştirilmesiyle ortaya çıkan Odebrecht skandalıdır. Brezilya merkezli, çokuluslu bir inşaat şirketi olan Odebrecht’in Peru’nun da dâhil olduğu çok sayıda Latin Amerika ülkesinde yöneticilere, kongre üyelerine, eski ve mevcut başkanlara rüşvet verdiğinin ortaya çıkmasıyla birlikte Peru’nun eski başkanları Ollanta Humala ve Alejandro Toledo tutuklandı, eski başkanlardan Alan García intihar etti. Soruşturma o dönem başkan olan Pedro Kuczynski’yi de içine alınca başkan Kongre tarafından görevden alınmadan istifa etti. Yerine geçen yardımcısı Martín Vizcarra’nin başka bir yolsuzluğu ortaya çıkınca o da görevden alındı.

Şu anda darbe ve yolsuzluk gerekçesiyle Castillo’yu başkanlıktan indiren muhalefetin lideri olan Keiko Fujimori, Odebrecht soruşturması çerçevesinde rüşvet aldığı gerekçesiyle bir buçuk yıldan fazla süre tutuklu yargılandı. Odebrecht sadece rüşvet dağıtmadı, başkan adaylarının seçim kampanyalarını finanse etti. Keiko Fujimori, Kuczynski, Toledo, Humala, hepsi bu finansal destekten yararlandı ve sonrasında çıkarılan çok sayıda yasayla Odebrecht ve diğer büyük şirketleri korumayı görev bildi.

CASTILLO’NUN YAPAMADIĞI

2021 geldiğinde son üç yılında üç başkan değiştiren Peru bir kurumsal, politik, ahlaki çöküşün içindeydi. Bu çöküşe, Covid-19 salgınının ürettiği ekonomik maliyetin yıkıcı sonuçları da eklendi. Pedro Castillo bu krize yanıt vermeyi, krizin ürettiği demokratik talepleri, rakibi Keiko Fujimori’nin çağrıştırdığı otoriter rejime ve yoksul yerlilere yönelik sistematik baskı dönemine tepkiyi örgütlemeyi başardı. Castillo, seçilmesi sağlayacak kampanyada, “kalpsiz zenginleri” ve “sermayenin yozlaşmış politikacılarını” halk düşmanları olarak gösterdi. “Zengin bir ülkede yoksul kalmayacak” sloganıyla “halkın kokusunu ve rengini taşıyan bir anayasa” için kurucu meclis toplama, halkın iradesini engelleyen bütün engelleri kaldıracağının sözünü verdi.

Peru’nun beyaz elitlerine karşı yoksul bir yerli, bir köy öğretmeni olarak katıldı seçime. 2017’deki grev dalgasını örgütleyenlerden birisiydi. Ancak başkanlığı sırasında ne vaatlerini yerine getirebildi ne de seçim dönemindeki mobilizasyonu devam ettirebildi. Her fırsatta başkanlıktan indirmeye çalışan, düşmanca bir Kongreyle ve Peru oligarşisiyle karşı karşıya kaldı. Siyasi krizleri atlatabilmek için yaptığı her kabine değişikliği yeni bir kriz yarattı. Kongrenin onaylayacağını düşündüğü, sağcı bakanları atadıkça kendisini destekleyen Perú Libre partisiyle de arası açıldı. Castillo, belki bir son çare olarak, Kongre’de üçüncü defa başkanlıktan düşürme oylamasının yapılacağı gün bir autogolpe girişiminde bulundu.

Peru anayasası iki defa güvenoyu alamadığında başkanın Kongre’yi kapatıp seçime gidebileceğini söylüyor. Taraflar bu maddeyi kendince yorumlayarak, karşı tarafı darbe yapmakla suçluyor. Ana akım liberal entelektüeller ve akademisyenler, Peru’nun sağ muhalefetiyle birlikte, Castillo’yu otoriter olmakla ve hukuka aykırı demokratik olmayan bir autogolpe ile eleştiriyorlar ancak Peru’da bizatihi hukukun otoriterliğin kaynağı olduğunu ihmal ediyorlar.

İhlal edildiği söylenen anayasanın Fujimori döneminden kalma otoriter bir anayasa olduğunu; yüksek yargının, Fujimori taraftarlarının çoğunluğa sahip olduğu Kongre tarafından belirlendiğini; medyanın Fujimori’nin yarattığı zenginlerin kontrolünde olduğunu; ekonomik kaynakların Peru oligarşi tarafından siyasal kaynak olarak da kullanıldığını ve dolayısıyla anayasa başta olmak üzere bu otoriter-oligarşik kurumsal yapının değiştirilmesi taleplerinin sert biçimde bastırıldığını görmüyorlar.

Böyle olunca da, kendilerinden birisi olarak gördükleri Castillo’nun serbest bırakılması, yerlilerin kimlik/kültür haklarını ve sosyal adaleti içeren demokratik bir anayasa için kurucu meclis talebiyle sokağa çıktığı için öldürülen, yaralanan, tutuklana yoksul yerlileri de görmezden geliyorlar. Oysa Peru’lu yoksullar, sadece yoksul oldukları için değil, sözleri dinlenmediği, kimlikleri saygı görmediği için isyan ediyorlar; oligarşik bir Peru’ya karşı demokratik bir Peru talep ediyorlar.

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
341AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin