Düşünce, ifade ve basın özgürlüğü yerine bombalama veya linç girişimi – Ulus Irkad

593

1974 sonrası ama daha fazla da 12 Eylül 1980 sonrası, Türkiye’deki ırkçı, milliyetçi-dinci -fandamentalist ve şövenist ideolojilerin etkinlik kazanmasıyla, Kıbrıs’ta da etkili olmaya başlayan bu tip gerici düşüncelerle, devlet ve millet idare etmeye başlayan ilkel yönetim biçimleri, bonapartizm veya tiranlık tipi sistemler, Kuzey Kıbrıs’ta da aynı tip hukuk ve insan haklarına aykırı olan tavırlarını veya siyasetlerini uygulamaya koydular. Örneğin bir partinin politikasını mı beğenmediler, geceleyin, o partinin merkezi bombalanmakta veya G3 silahlarıyla taranmaktaydı. Daha da ileri giderek o parti ileri geleninin arabasını da bombalamaktaydılar. 1996 yılına kadar ölüm cezasını uygulayamışlardır ama maalesef 1996, 6 Temmuz gecesi Kutlu Adalı Bey’i de öldürerek bunu da yaptılar. Tabi ortalığı bulandırmak için de kaos yaratmaya üzerlerine yoktu. Cinayet sonrası da, Kıbrıslırum sağcı-milliyetçi motosikletlilerin Derinya’daki gösterilerini kullanarak, bu defa da kaos yaratmakla, aklılarınca bu olaydan, o noktaya dikkat toplayarak, toplumun dikkatini güya Derinya’daki olaya odaklayıp, cinayeti unutturdular. Karmaşa yarattılar… Hatta olay sırasında binlerce Ülkücü’yü Kıbrıs’a taşıyarak ,ayrı bir gerilim yarattılar.  O yıllarda Susurluk tipi, Özel Harp ve Derin devlet yapılanmalarını inceleyenler, bu tip psikolojik terör faaliyetlerinin çok sık olarak, o yapılanmalar içerisinde, Türkiye’de de çok kullanıldığını öğreneceklerdi. O tip derin paramiliter yapılanmalarda, resmi ideolojiye ters olan siyasetlere karşılık, tankla veya bomba ile ayar verme laflarının daha fazla militer resmi çevrelerde çok geçtiğini de öğreneceklerdi. Benzer bir şekilde geçmiş dönemlerde Türkiye’de, Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yapan bir zat da, Güney Doğu için “Sonra Siyah arabalar gelir ha?” şeklinde, oradaki halkı, bilinen, 1990’lardaki yapılan resmi faili meçhul cinayetler için, psikolojik terör tehdidiyle baskı altına almaya başlamıştı. Daha sonraları bu defa aynı şekilde DAEŞ tipi yapılanmalarla, yapılan suikastlarda, aynı cinayetleri yaşayacaktı Türkiye insanları. Kuzey Kıbrıs’ta, 1990’lı ve 2000’li yıllarda, O şiddet gösterileri devam ederken, gene üstten resmi siyaset çevrelerinde, o tip paramiliter çevrelerde, linç kültürünün de çok uygulandığını göreceklerdi. Artık alışmıştık. Örneğin bir aydın üstten resmi çevreleri eleştirmeye başlar da, gene birinin işaret parmağıyla resmi ideolojili basın veya örgütlü bazı gruplar da, aynı paralelde bildirilere başlarlarsaydı, “Bir gece ansızın gelebilirim” denerek, bir gece gene o parti bombalanıyor, ama gene birkaç gece öncesinden de evlere veya sokaklara bilinmedik gizli çevrelerden “Kıbrıs-Türk Halk Hareketi” diye bildiriler dağıtılarak, o kişi ve çevreye karşı linç girşimleri başlatılmakta, bir cezalandırılmanın yürürlüğe konacağı görülmekteydi. Bildiriler de dağıtıldıktan birkaç gün sonra, bir gece “İyi sıhatte olsunlar” faaliyete geçerek bomba koymakta, silahla taramakta ve hiç bulunmadan faili meçhul sabotajlarına devam etmekteydiler. Tabi bu olaylar olduktan sonra, aslında toplum sessizleşmekteydi. Verilen yanıtı, üst resmi çevrelerden almaktaydı. “Faili bulunmamış her olayın arkasında devlet vardır” kuralı her zaman için bu olaylardan sonra elbette sırıtmaktaydı.

Geçmişte Yeni Kıbrıs Partisi’ne, bana (2000 yılı içinde sırf barış girişimlerinde bulunduğumdan ötürü), Alpay Durduran, Yeni Kıbrıs Partisi Genel Merkezi’ne,Afrika Gazetesi’ne ve gene, o dönemki politika veya açıklamalarını beğenmedikleri parti veya liderlerle, gazeteci ve yazarlara karşı da bir sindirme hareketlerinin olduğunu, Afrika Gazetesi’nin kurşunlanarak (1997 sonrasında seri şekilde Afrika’ya da saldırıya başladılar), matbaasının da birkaç defa bombalandığını da gördük. 1996 Kutlu Adalı cinayeti sonrasında, 2000’li yılların içinde Ulusal Halk Hareketi kurulduktan sonra ise, artık hem cezalandırma ve hem de mahkemeye verilme gişimleri başlayacak ve insanlar bu şekilde mahkemelerde süründürülerek cezalandırılacaklardı. Sözüm ona o dönemlerde yıldırmak istedikleri birçok insana karşı davalar da açılacaktı. Aynı şekilde Afrika gazetesine de ceza davaları başlayacak, bana karşı da gene Lefkoşa Ağır Ceza’da polisin Mağusa’da, Londra’da kardeşim Hamza Irkad’ın yaptığı bir kasetin Kıbrıs’ta, Esnaf ve Sanatkarlar Kooperatifinin Kitabevi’nde, bir kaseti bularak, aleyhim bir dava açılmış ve bu dava beş yıl devam ettirilerek, benim “KKTC” devletine bu kasetten mütevellit “1 TL” vergimi ödememem iddiasıyla, üç ayrı ağır ceza davasından,15 yıl hapsim istenecekti. Bu dava 2000 yılında açılacaktı. Aslında ben davanın kaynağının nereden ibaret olduğunu anlamıştım ama o günlerde maalesef bu tehdit ve sindirici-baskıcı ortamda, yanınızda size dayanışma gösterecek bir kişi bile bulmak imkansızdı. Herkes korkuyla sindirildiğinden dolayı, pek de yanınızda bulunacak bir kişi bile bulamazdınız. Bu arada her gece TV ve resmi kanallarda aleyhinize kampanyalar, on-onbeş tane örgütün gene aleyhinizde bildirilerini, resmi kanallardan, radyo ve TV’den tank, askeri resmi geçit törenleriyle, saatlerce aleyhinizde devlete hainlik yaptığınız üzere bildiri okumalar da, ayrı bir baskı aracı ve psikolojik terör olarak ortaya çıkmaktaydı. Bu arada gene kadın arkadaşlarımızdan Sevgül Uludağ’a karşı da aynı planlanmış, paramiliter psikolojik terör ve yıldırma faaliyetleri,  bu işler için kurulduğu belli birkaç gazete ve bu işler için kurulmuş bir yarı yeraltı, yarı psikolojik terör odaklı örgüt ve gazete tarafından sürdürülmüş, polis komutanı olarak bulunan kardeşim Tema Irkad’ın da, bu patlamalar ve yapılan linç girişimleriyle ilgili olarak yazdığı yazılardan dolayı, ona karşı da psikolojik terör odaklı saldırılar gördüğü, arabasının  da bir gece 2001 yılı içinde, bir cenazeden sonra geldiği evinde, geceleyin yorgunluktan dolayı uyurken bombalanmasını yaşayacaktık. Bu arada gene kadın gazetecilerimizden Sevgül Uludağ arkadaşımız hakkında onlarca mahkeme davası, psikolojik terör odaklı birçok tehdit ve mahkeme davasının açıldığını da aynı yıllar içinde görecektik. Aynı şekilde Şener Levent , Kenan İnatçı ve rahmetli Arif Hasan Tahsin’e de hem tehditler, hem de tutuklama, hatta mahkeme davaları açılacak ve rahatsız edileceklerdi. Şener Levent’in aynı yıllarda tutuklanması ve casusluk suçuyla hem hapse atılması, hem de linç girişimlerine maruz kalması da ayrı olaylardı.

Geçenlerde Türkiye’de adeta 2013 sonrasında baskılar kuran ve giderek bu baskılarını, daha önce kendisinin ve partisinin de şikayet ettiği, eleştirdiği  vesayet rejimi, veya 12 Eylül 1980 sonrası ortaya çıkan yeraltı hukuku gibi, kendisi de kendi tek adam rejimini,tiranlık veya Bonapartistliğini kuran, Türkiye’yi Olağanüstü Rejim hukukuyla bir seneden fazladır yöneterek daha da baskı oluşturan, çalışan emekçi halk kesimlerini baskı ve sömürü politikalarıyla etki altına alan kişinin , Zarrab Olayı ve birçok olayda siyaseti darma duman olup katbetmeye başlayınca, FETÖ’cü senaryolarıyla, Türkiye’yi baskı altına aldığı, yukarıda 1980 sonrası yazdığım biçimde, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası kurulan baskı yönetimleri veya Bonapartist uygulamalar gibi, Kıbrıs’ta da buraya taşınmış olan oy yığınlarıyla, linç girşimlerine başladığını gördük. Bu gibi eylemlerin şifrelerinin, 1990’lı yıllardan sonra yaşamaya başladığımız linç ve korkutma girşimleriyle eşdeğer olduğunu da anladık. Aslında 15 Temmuz FETÖ Darbesi denilen uygulamalarla,Türkiye’de tek kişilik diktatörlükle, bu eskiden “Vesayetçi Demokrasi” denilen ve Özel Harp destekli ve temelli Kontr Gerilla tipi yeraltı gruplarıyla, artık ortak çalışmaya başladığı, onlarla koalisyon içinde olduğunu, Türkiye’deki haberlerden ve yazılardan okumaya başlamıştık. Şimdi, demek ki 2013 sonrası bunların adım adım  Kuzey Kıbrıs’ta da uygulamaya konduğunu gördük. Aynen Türkiye’de olduğu gibi gazetecilere bir ayar çekilmesi, rahatsızlıkların linç kampanyalarıyla belirtilmesi olayları ayyuka çıkmaya başladı. Geçen hafta Recep Tayyip Erdoğan’ın da içinde bulunduğu ,Başına “Yunan Görüşü” yazılan ve Kolaj teknikle yapılan bir karikatür, Afrika Gazetesi’nde yayımlanınca, yaklaşık bir hafta ortalık kalktı oturdu. Türkiye’den geldikleri belirlenen gruplar, her gün için Afrika gazetesine yürüyüş yaptılar ama toplumun çoğunluğu bunların tek merkezden idare edilen, psikolojik terörle yetiştirilen paramiliter yapılardan miras kalan örgütler olduklarını biliyordu ve şifreyi çözmüştü.

Bu olaydan sonra toplumda bir de tartışma yapılmaya başlandı. Efendim, Şener Levent bu karikatürü yayımlamakla haksız bir yayın yapmıştı ama şikayeti olanlar onu bu linç girşimlerini yapmadan önce mahkemeye verebilirdi. Hukuk öyle emrediyormuş. Neyin hukkuku? Türkiye burada Garantör ülke mi? O halde bir Garantör ülke nasıl olur da buradaki günlük olaylara ve basın özgürlüğüne el uzatabiliyor? Bu hareketler sömürge tipi uygulamalar değil mi? O halde yeri geldiğinde “Ben garantörüm”, yeri geldiğinde de “Burasının sahibi benim” demenin anlamı nedir? Neyin hakkı ve neyin hukukunu savunuyoruz allasen olsun? Aslında burada yapılması gereken genelde demokrasi, özgürlük, adalet ve çağdaş hukuk tanımında genel olarak değerlendirme yapılmasıydı. Çünkü burada yapılmak istenen Şener Levent’in kolaj tipinde yayımladığı mizah resmi değil, genelde demokratik hak ve özgürlüklerin geriye götürülmek istenmesiydi. Bunu da karanlık çevreler linç girişimleri ile deniyorlar şimdilerde. Bir vatandaş olarak bildiğim, son zamanlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde birçok davada gazetecilerin kaynak bildirmeleri durumunun olmadığı, bu yayın davalarında devlet büyüklerinin eleştirilmesinin, son zamanlarda, bilhassa Avrupa ve ABD’de çok daha ağır olduğu, İngiltere ve ABD’de, devlet adamlarının domuz şeklinde karikatürlerinin de yapıldığıdır. BU konuda karikatüristlere ve gazetelere dava da açılmıyor. Hukukun da tanımının “Vatandaşın devlete karşı korunması” olduğunun  AİHM’de bu şekilde ifade edildiğidir.

Geçen hafta bir kere daha Kuzey Kıbrıs’taki demokrasinin ve de maalesef hukuk tanımlamasının pek de günümüze uymadığını, isteyenin, belirli bir merkezden odaklanarak, basına, aydınlara ve de yazarlara karşı, bugün demokrasinin olmadığı şark ülkelerinde olduğu gibi, hiçkimseye hesap vermeden, anti demokratik davranarak, hala daha linç gişimlerini uygulayabileceğini yaşadık. Tüm bunlara rağmen gönlümüz rahatsız ve de geleceğin kötümserliğinde, bu olaylara set çekemezken, seçimlere gidiyoruz. Seçilenlerin meclis içinde bile ülkeyi demokratikleştirecek kararlara imza atamadığı iradesiz bir ülkede, gene insanlarımızın şikayetini duyar gibiyim:  “1974 sonrası yapılan tüm seçimlerde, memleketin ve toplumun makus talihi değiştirilememişse, seçim benim neyime…”