yazılariktibasBizim şehrin siyasilerine bir çift şiirim var - Mehmet Yaşın
diğer yazılar:

Bizim şehrin siyasilerine bir çift şiirim var – Mehmet Yaşın

Hem anne hem baba tarafından, yedi kuşak mı demeliyim on yedi mi, biz Lefkoşalıyız: “Şeherli.” İlkokuldayken herkesin bir köyü olmasına imrenir, köy otobüslerinin kalktığı hanlara gitmek isterdim

Yeniçağ podcastını dinleyin

Orjinal yazının kaynağıgazeddakibris.com

BİR MUCİZE OLSUN

Bekle bekle bekle eee haçana bir!

Ben yaratayım bari dedim kendi mucizemi.

 

Emekçi halkın aceleyle geçtiği kalabalık sokaklarda

yalnız kaldıysam da yılmadım, sevgilerimi internetten yolladım. Bir gün mutlaka dedim,

doğru biri çıkar benim de karşıma ve olmadık adamlara takıldım.

Üfff neyse ya’u olsun artık dedim, yeter ki bir mucize olsun da.

 

Ben zerre dirhem inanmazken böyle eşitsiz demokrasiye

ve seçimden seçime vadedilen cennete, baktım gençlik arkadaşlarım

nutuk atmakta siyasi partilerde: Çoğu o bu devlete Bakan, Başbakan, şu bu zamazingosu olunca

bana da doldurmak düştü şiirle

onların boşluğunu, bir mucize olsun diye.

 

“Yoldan geçen koyunların

tüyü takılırsa şu koyduğum çalıya, ben de eğirip yün yaparsam

da sonra çarşıda satarsam

borç harç ödeniverir kolaycana” diyen Nasreddin Hoca’ydım:

Eyy koyunlar lütfen bir mucizeeeee! Az biraz adalet, azcık da barış lütfen artık bir mucize’ee’eee’e…

 

Bir ömrüm daha olsa tüketirdim onu da olmay’cak işe amenna diye diye.

Ama ya bir de olursa?

Hem anne hem baba tarafından, yedi kuşak mı demeliyim on yedi mi, biz Lefkoşalıyız: “Şeherli.” İlkokuldayken herkesin bir köyü olmasına imrenir, köy otobüslerinin kalktığı hanlara gitmek isterdim. Yaz tatilini fırsat bilip kızımla aile tarihimize ilişkin sokakları, binaları dolaşırken babamın matbaası hakkında da konuştuk. Oraya girip çıkan yazar çizerler kimlerdi, dökme kurşun kasalarda nasıl gazete basılırdı, memleketin önemli siyasi partilerinden birinin, CTP’nin kuruluş toplantıları daha 1960’ların sonunda fıs fıs fıs neden gece saatlerinde matbaada yapılırdı… Geçmiş zaman, CTP’nin kurucularından olan babam, aynı zamanda ilk Merkez Yönetim Kurulu üyeleri arasındaydı. Evet, Kıbrıs’ın Türk milliyetçilerindendi, daha doğrusu kendi döneminin ruh haline göre bir oraya bir buraya savrulan Kemalistlerden. Türkiye için destanlar düzerken, bir yandan da Kıbrıs Cumhuriyeti’ne inanmasındaki çetrefil çelişkileri onun kuşağından başkaları da taşıyordu. Mesela geçenlerde bana babamla ilgili bir hikâyeyi onun ağzından aktaran Bülent Şemiler’in TMT öndegelenleri arasındaki aile mensupları. Hatta her görüşmemizde Kıbrıslılık ya da Lefkoşalılık söyleminin dozunu artıran ve beni de “Ya’u Bülent yanımızda Türkiye’den arkadaşlar var, yanlış anlamasınlar” diye fısıldamak zorunda bırakan Bülent Şemiler’in kendisi. Türkiye Cumhurbaşkanı olduğu dönemde Turgut Özal’ın danışmanı, “üç prensinden biri” diye tanınan finans sektöründeki bu arkadaşımızdan ayrıntılarıyla öğrenmiş oldum ki, Kıbrıs Cumhuriyeti kurumları terkedilip, Lefkoşa’nın Türk kesiminde kalan merkez postanesindeki Kıbrıs bayrağı indirilirken, babam bir başka milletvekiliyle, hem de dindar-milliyetçilik açısından Kıbrıslıtürkler arasından çıkmış en muhafazakâr siyasetçi sayılan Kemal Deniz’le birlikte oraya gitmiş: “Türk bayrağını Kıbrıs bayrağının yanına asacaksınız, Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağını katiyen indirmeyeceksiniz, zaten o bayrak bir Kıbrıs Türkünün eseri” diyerek müdahaleye kalkışmış. Şimdilerde Türkiye medyasında “Rum bayrağı” diye lanse edilen Kıbrıs bayrağını çizen ressam malum İsmet Vahit Güney’di. O gün babamın bayrak kavgasını kaybedeceğini anlayınca daha da şiddetlenen el kol hareketleriyle ve gözlüğünün üzerinden şimşekli bakışlar fırlatarak nasıl da bağırıp çağırdığını tahmin edebiliyorum. Kıbrıs bayrağı için kopardığı gürültüden sonra kitabevine dönüp “Al bir bayrak dalgalanıyor Kıbrıs’ta al” diye Türk bayrağı için şiir yazdığını da düşünebiliyorum!

Henüz 10 yaşlarındayken doğuşuna tanık olduğum CTP’nin ne badirelerden geçerek ortaya çıktığını iyi bilirim. Şimdi hatırlamasalar da Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağına en tutarlı biçimde sarılan onlardı. Bu parti Ayhan Hikmet’lerin, Muzaffer Gürkan’ların kurduğu “Kıbrıs Türk Halk Partisi” geleneğinden ve Nâzım Hikmet’le iletişimi bulunan AKEL Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Derviş Ali Kavazoğlu ile onun gibi infaz edilen Fazıl Önder, Ahmet Sadi Erkurt, Ahmet Yahya gibi diğer birçok Kıbrıslıtürk PEO sendikacısının, birebir siyasi görüşlerini değilse bile yaşam haklarını ve ifade özgürlüklerini savunma düsturundan geliyor. Türkiye’deki sözde solun tersine tıpkı Avrupa’daki sosyalist ve işçi partileri gibi Marksist anlayışlarla ilişkili bir emekçi halk tarihine sahip bulunuyor. Yine Türkiye’nin aksine Kıbrıs, İkinci Dünya Savaşı’nı fiilen yaşadığı ve birçok Kıbrıslıtürk, Nazilere karşı hem Mısır’da hem Balkanlar’da savaştığı ve İspanya İç Savaşı’nda Franko diktatörlüğüne karşı da savaşmaya gittiği için Kıbrıs’taki sol partilerin bellek kutusunda bütün bunlar da yer alıyor.

Ben hiçbir zaman CTP üyesi olmadım. Evet, kritik dönemlerde kurum kimliği oluşturmalarına, bazı seçim kampanyalarına, yanı sıra BM’nin sunduğu barış planlarını toplumsal çıkarlara uyarlayıp kampanya yürütmelerine ve Kıbrıslıtürklerin eşitlik hakkını gözeterek Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi için AB nezdinde girişimler yapmalarına profesyonel anlamda dışarıdan ve geçici sürelerle belli bazı katkılarda bulundum. Kimi CTP’li Başbakan ve Cumhurbaşkanlarına kısa zamanlı sözleşmelerle danışmanlık bile yaptım. Ancak asla bu çalışmalarla kendi şair ve yazar kimliğimi karıştırmadım ve siyasi angajman içine girmedim. Kıbrıs ve Türkiye’deki kimi şaibeli çevrelerin beni siyasi biri gibi sunma çabasına rağmen, işin aslında hiçbir ülkedeki hiçbir siyasi partiyle şu ya da bu şekilde bütünleşmedim ve kendimi siyasal bir kimlikle öne sürmedim. Katıldığım edebiyat konferanslarında da, baskıcı devletler tarafından şair ve yazarlara yakıştırılan ve bazen demokrasi yanlıları tarafından yeniden-üretilen siyasal rozetlerin şair ve yazarların edebi eserleri yerine, siyasetin sınırlı ve indirgenmiş çerçevesine göre tanınmasına yol açtığını belirten konuşmalar yaptım. İngilizce ve Fransızcadan Türkçeye aktarılan konuşmaları da kapsayan kitaplarımdan bir ikisine referans verip ilgilenecek birileri çıkarsa işini kolaylaştırayım: Kozmopoetika: Edebi Mekân ve Edebiyat Kuramları, Üveyanadil, Çeviri Kültür, Türkçe-Elence Şiir İklimi, Kıbrıs’ın Yazınsal Kimliği ve Akdenizli Edebiyat Üstüne (Yitik Ülke Yayınları, İstanbul, 2018); Yanan Eve Yolculuklar: Kitapların Esin Perisi ve Yaklaşımı Üstüne Söyleşiler (Yitik Ülke Yayınları, İstanbul, 2020). Şu anda ise beni de şaşırtan bir şekilde hayatımda ilk kez siyasi konularda doğrudan bir şeyler söylüyorum.

Yeri gelmişken Türkiye’deki kimi şair ve eleştirmenlerin beni eski bir sol partileriyle ilişkilendiren geçmişteki yazılarını da büyük bir şaşkınlıkla okuduğumu ilk kez söylemiş olayım. Doğrusu Platon’dan beri edebiyat ile siyaset ilişkisi filozoflar için sorunlu bir alandır. Siyasetçiler açısından ise zaten şiirin

kendisi sorundur, çünkü denetim altında tutulamayan bir özgürlük alanını temsil eder ve insanları etkileme gücüne sahiptir. Yazarlara, hele şairlere gelince, çoğu kez siyasi ilişkilerden uzak durduklarını sanırken, hiç de niyet etmedikleri biçimde siyaseti tanımlayacak eserler verdikleri vakidir. Örnek olarak, Baudelaire’den çevirdiği şiirler üstüne yaptığı analizle modernleşme siyasetini aydınlatan Walter Benjamin’in Türkçeye “Baudelaire’de Bazı Motifler Üzerine – Son Bakışta Aşk” adıyla çevrilen incelemesi gösterilebilir. Ama bizim Türkçe edebiyatımızda yapıtlar öyle derin felsefi çözümlemelerle ele alınmazken, yazarlara siyasi aidiyetler yakıştırılır. Andığım eleştirmenler de siyasi ilişkilerimi çok yanlış biliyorlar. Herhalde şiirlerimi ilk yayımlayan Sanat Emeği dergisi olduğu için ve o dergide editörlük yapan şairlerle, mesela Barış Pirhasan’la yakinen arkadaşlık yaptığım, dolayısıyla onun eski tüfek TKP’li babası Vedat Türkali dahil, o muhitten insanlarla göründüğüm için böyle bir izlenim edindiler. Aklıma başka bir ihtimal gelmiyor. Oysaki ben 1976’da Türkiye’de üniversiteye başladığım zaman orası bize şimdi olduğundan daha yabancı bir ülkeydi, değil onların bir partisine yakın olmak, kullandıkları siyasi dilde neyin ne olduğunu dahi anlayamıyorduk. Avrupa’daki öğrenci sendikalarına benzeyen ve eğitim bakanlıklarıyla öğrenci hakları için sözleşmeler imzalayıp, ilgili yüksek öğrenim kurumlarında resmi biçimde temsilcileri bulunan, Türkiye’nin büyük şehirlerindeki Kıbrıs Öğrenci Yurtları’nı yöneten ve öğrencilere Kıbrıslı yemeklerinden müteşekkil lokanta hizmeti de sunan KÖGEF’in (Kıbrıslılar Öğrenim ve Gençlik Federasyonu) uzun yıllar Genel Başkan Vekilliğini yapmıştım. İngiltere’deki benzer Kıbrıslı öğrenci federasyonları yanında Türkiye’deki gençlik kuruluşlarıyla bağ kurmaya çalıştığımız doğrudur. Hatta Yunan ve Kıbrıslırum öğrenci kuruluşları hangi Türkiye gençlik kuruluşuyla çalışıyorsa biz de genellikle onda bir hikmet arar ve yanıldığımızı geç anlardık. Yanı sıra İngiltere’deki “International Students Union (ISU)” verilerini izlerdik. Kurduğumuz futbol takımlarında eksik kadro olduğunda gider Batı-Trakyalı Yunanistan vatandaşı Türk öğrencileri alırdık.

Yunanistanlı Türk öğrencilerle dayanışmanın Türkiye’de hissettiğimiz yabancılık duygusu ötesindeki nedeni, Türkiye gençlik kuruluşlarının bize göre neredeyse tamamen siyasi oluşuydu. Biz de sosyalizmi savunuyor, Kıbrıs’ta barış için afişlemeye çıkıyor, 1 Mayıs’larda işçi sınıfı için marşlar söyleyerek boy gösteriyorduk. Yine de Türkiye’dekiler gibi militanlıktan ibaret, hele bir üst siyasi partiden direktif alan gençlik dernekleri gibi değil, öğrenci sendikası gibiydik. Bir seferinde Türkiye’nin “Parti” idaresindeki gençlik derneği, Kıbrıslı öğrenci derneklerine girip çıkan kızların makyajlı olduğu ve erkeklerle sarmaş dolaş görüldüğü konusunda bize “yoldaşça uyarı”da bulunmuştu, ki bu onlarla ilişkimize belli etmeden mesafe koymak konusunda yönetim kurulu kararı almamıza yol açacaktı. Kısacası, henüz 20 yaşıma ya girdiğim ya girmediğim 1970’lerin sonunda, kimi eleştirmenlerin bana yakıştırdığı sol kesimlerle ilişkiler açısından hiç ama hiç sandıkları gibi bir yerlerde değildim. Kaldı ki şiirlerimden, romanlarımdan, deneme ve edebiyat incelemelerimden de taa baştan itibaren neleri dert ettiğim görülebilir.

Neyse, Lefkoşa’nın ve CTP’nin hikâyesine dönersek ona ya da bir başka partiye hiçbir zaman üye olmadığım gibi, 18. yaşımdan sonra ilan edilen KKTC yapılanması içinde oy da kullanmadım. Zaten ülke dışında yaşayan birçok Kıbrıslıtürk gibi seçim kütüklerinden adım silinmişti ve yerimize gönderilen yerleşimci göçmenler KKTC seçmeni yapılmıştı. Kullandığım tek oy, 18. yaşıma henüz girdiğimde, babamın da Lefkoşa Belediye Başkan adayı olmasına rağmen, Sol İttifak tarafından desteklenen Mustafa Akıncı’nın belediye başkanlığı içindi. Lefkoşa Mevlevi Tekkesi Müzesi’nde, aile dostumuz ressam ve müzenin müdürü Cevdet Çağdaş’ın sandık kurulu başkanlığında ve bana daima sevecenlik gösteren bu nazik beyefendiye, sırf UBP’ye yakınlığı yüzünden “Lâ havleee” çektiren kaba davranışlarda bulunarak, babam yerine Sol İttifak’ın Akıncı’sı için sandık gözcülüğü yapmıştım.

Bununla beraber Mustafa Akıncı’yla organik bağlarım olmadığını hemen söyleyeyim. Tanınmış Kıbrıslıtürk siyasi figürlerinin kişisel tarihini pek bilmeyen Kıbrıslıtürk gençleri ve hoşlarına gidecek bir laf edene anında hee-şaa-hee çeken Kıbrıslırumlar geçmişi incelesin diye şunu da ekleyeyim: 1988’de Londra üzerinden Helsinki merkezli PAND’ın (Nükleer Silahsızlanma İçin Dünya Sanatçıları) düzenlediği uluslararası toplantıya katılmak için Kıbrıs’ın güneyine gidişim, orada şiir okuyuşum ve barış yanlısı Cumhurbaşkanı George Vasiliou dahil kimi kültür insanlarıyla görüşmem üzerine başlatılan linç

kampanyasında, Mustafa Akıncı da beni kınayan uzun bir basın açıklaması yapmıştı. Partilerinin gazetesi Ortam karalama kampanyasında aktif yer aldığı gibi, ona yakın sanatçıların da bulunduğu komite 21 Eylül 1988’de Dünya Barış Günü için Girne Kapısı’nda diğer şairlerle birlikte şiir okumamı yasaklamıştı. 1970’lerden bugüne liderlik sorumluluğunu tutarlı ve ısrarlı biçimde yerine getirseydi, hele son Cumhurbaşkanlığı seçiminin çalındığı gece kendisi için sokağa dökülenleri yarı yolda bırakmasaydı, hiç değilse bir defacık başkalarına da fikir sorup ekip kararı alsaydı Kıbrıslıtürk toplumu şu an içine yuvarlandığı çıkmazda olmazdı. Her iki Cumhurbaşkanlığı seçiminde ona olağanüstü bir enerji katan irili ufaklı sol parti ve hareketler, bundan sonra ne yapılıp yapılmayacağına dair görüş belirtmeyi hiç mi hak etmemişlerdi? Geçen sürede Akıncı’nın bir hesaplaşma yapacağını umarken, kendisine o kadar destek veren partisi TDP için genel seçimlerde güçlü biçimde sokağa çıkmayarak, TDP ile onun etrafında birleşen sol kesimlerin az oy farkıyla Meclis’e giremeyişinde ve onlar yerine aşırı sağın kazanmasında dolaylı bir pay sahibi olduğunu gördük.

Özellikle so adına yola çıkan parti liderlerinin sokağa çıkmayışı ve sokağın sesine kulak vermeyişi büyük hatadır. Sokak ile solun neredeyse özdeşleştiği küçük Kıbrıs ülkesinde bu daha da vahim bir yanlıştır. Kıbrıslıtürk sol hareketleri, lider ve partileri son 60-70 yıllık tarihlerinde genellikle seçim sandıklarından önce sokaktan çıkmışlardır. Onları meclise taşıyan, giderek Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtan her vakit Türkiye’nin müdahalesine maruz kalmış seçim sandıklarından ziyade sokaktaki halkın enerjisi olmuştur. Özellikle çocukluğumdan itibaren tanığı olduğum CTP’nin, meclisten, hükümetlerden çok sokakta “nümayişlerde”, köy kooperatiflerinde, fabrikalarda, halkın içinde oluşup büyüdüğünü vurgulamak gerekir. Tabii iyi ki sokakları aşındırmakla kalmayıp hükümetlere de geldiler, Başbakanlar ve Cumhurbaşkanları çıkardılar. Böylece Türkiye’nin, federal Kıbrıs yanlısı bir sol partiye tek başına ve tamamen kendi programıyla hükümet olma izni vermeyeceği ve Cumhurbaşkanı seçilip bazı olumlu adımlar atsa dahi nihai söz hakkını tanınmayacağı defaatle teyit edilmiş oldu. CTP’nin 1969’da, muhtemelen babamın matbaasında kararlaştırılmış adındaki “Cumhuriyetçi Türk” ifadesi, dış baskılara rağmen kendilerini Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir parçası olarak konumlayan Türk kökenli Kıbrıslılar anlamına gelir. Yani onlar Kıbrıslıtürk toplumunun hem Enosis’e hem Taksim’e karşı çıkan Cumhuriyet taraftarlarıdır, ki Kıbrıs’ta ister Kıbrıslırum ister Kıbrıslıtürk olsun bir kimse, egemenliğin ortak paylaşılacağı bir cumhuriyetten yana ise, bu onun iki toplum arasında barış ve kardeşlik yanlısı olduğunu ima eder. O yüzden Kıbrıs’a hem dışarıdan bakan hem de Kıbrıslılar adına konuşan müdahaleci kesimlerden baskı görürler. Onların estireceği terörle karşılaşmak istemeyenlerin, ortak bir cumhuriyeti savunmaktan, öteki toplumla yakınlaşmaktan kaçınması, hele “Federal Kıbrıs” taraftarı siyasi partilerde yönetici filan olmaması gerekir.

Bilen bilir, Kıbrıs’ta savaşların, nefret söyleminin bitmesini, insan haklarına, demokrasiye saygıyı arzulayan bir şair olarak ben de binlerce Kıbrıslıtürk gibi payıma düşen baskılarla, tehditlerle, halen süren maddi ve manevi kuşatmalarla karşılaştım. Hâlâ bu yaşımda, Türkçede iyi kötü kurumsallaştıktan ve onca dile çevrildikten sonra akla ziyan yasaklamalarla, itibarsızlaştırma kampanyalarıyla uğraşmam gerekiyor. Ne var ki, bugüne dek, hatta 1980’li, 1990’lı yıllardaki en karanlık günlerde bile Kıbrıs’ın kuzeyinde kendimi bir biçimde güvende hissetmeye devam ettim. Çünkü ne pahasına olursa olsun bizlere sahip çıkan örgütlü ve gönülden bir siyasi hareket vardı. Maalesef artık yok. Dolayısıyla hiçbir Kıbrıslıtürk aydını, gazetecisi, sanat ve kültür insanı, barış ve demokrasi savunucusu güvende değil. İster Türkiye’ye sokulmasınlar, ister işsiz güçsüz bırakılsınlar, ister tehdit edilsin ve takibata uğrasınlar, isterse mahkemelere sevkedilsinler onlara sahip çıkacak kararlılıkta bir siyasi parti örgütlülüğü artık yoktur. Başımıza bir şey gelse, bundan böyle kime telefon ederiz, nereden imdat isteriz, bir yerlerde koşup gelecek birileri bulunur mu, bilmiyorum. Eskiden mesela CTP’yi arardık. Fakat örgütsüz bırakılsa da halen bizleri sahiplenen geniş bir CTP tabanı olduğu gibi diğer barışsever, demokrat partilerin tabanları da vardır. Eğer kimi üst yöneticilerine rağmen CTP’lilere güven duymaya devam etmeseydim zaten bunları böyle samimiyetle yazmaya hiç girişmezdim.

Hani yukarıda sözünü ettiğim, Mustafa Akıncı dahil kendine sol diyen birçoklarının da beni milliyetçi linç karşısında yalnız bıraktığı, dahası kınama mesajı yayınlayanlar kervanına katıldığı ve şimdilerde iki- toplumluluk havarisi kesilen kimi sanatçıların şiir okumamı yasakladıkları o 21 Eylül 1988 akşamı, köy otobüsleriyle gelerek Girne Kapısı’na akın eden CTP’liler, kendi adamlarının elinden mikrofonu alıp bana vermişler ve ben de yasaklamayı kırıp, henüz 19 yaşında yazdığım “Temmuz” başlıklı şiiri en yüksek sesimle okumuştum. İşte bu hatıralar nedeniyledir ki onlardan ümidi kesmiyorum. Şiir okumamın yasaklanmasına, TDP (eski TKP) ile CTP yönetimindeki bir kesime yakın sanatçıların karar vermesinden öylesine sarsılmıştım ki, yıllar sonra Girne Kapısı’ndaki aynı noktada bir şiir-enstalasyonu kuracaktım. “İnanç Sıçrayışları (Leaps of Faith): Yeşil Hat ve Lefkoşa Şehri için Uluslararası Sanat Projesi, 2005” çerçevesindeki “Şiir-Sınır-Dışıdır” adlı bu enstalasyon, içindeki ses mekanizmasıyla kendi kendine şiir okuyan hayalet bir kürsüden ibaretti. Uluslararası sanat kataloğundaki sayfasını buradan paylaştığım bu çalışma, 21 Eylül 1988’de şiirlerimi yasaklayan sahtekâr barışçıların içimde açtığı yarayı bir parça olsun iyileştirme çabasıydı. Böylece şiirimi Türkçe yanında İngilizce olarak da okuduğum ses kaydı günlerce Girne Kapısı’nda çınlayacaktı: “Öldürüldüm, ama kovamayacaklar hayaletimi!”

Artık arkamızda 1980’lerdeki kadar olsun bir siyasi örgütlülük bulunmadığı, sadece sağda solda bazı güvenilir bireyler kaldığı sonucuna varışımla birlikte, okuduğunuz yazı âdeta bir şiirin şairine rağmen ortaya çıkışı gibi, kovsam da dönüp dönüp gelerek kendisini bana zorla yazdırmaya başladı. Peki nasıl oldu bu? Neydi bardağı taşıran son damla? CTP’nin, değiştirilirse varlık nedeni de ortadan kalkacak olan iki bölgeli, iki toplumlu bir federal Kıbrıs ilkesi doğrultusunda Kıbrıslırum kuruluşlarıyla, kamuoyu oluşturucularıyla, sivil toplumu ve medyasıyla lider düzeyinde görüşmelerden kaçınması mı? Kıbrıs’ın güneyi de kendi vatanı değilmiş, vatandaşımız olan Kıbrıslırumlar Japonya kadar uzağımızdaymış gibi davranılması mı? Kıbrıslıtürk toplumuna mensup her birey de AB vatandaşı olduğu ve Ada’nın kuzeyi uluslararası hukuk uyarınca “de jure” anlamda AB çatısı altında bulunduğu halde başkanlarının yolunun Brüksel’e hiç düşmemesi, AB yetkilileriyle görüşüp etmemesi, onlara Kıbrıslıtürk halkının dertlerini anlatmaması mı? Bir retoriğe dönüşen “varoluş mücadelesi, özne olma hakkı” filan için ne AB’den, ne birçok bağımız bulunan İngiltere’den, ne BM gibi uluslararası toplum temsilcilerinden, hatta ne de Türkiye’nin farklı kurumlarından destek talep etmeden ofisinden dışarı adım atmaması mı? Özellikle de Kıbrıslıtürkler için en önemli ülke olan Türkiye kamuoyuyla yakın bağlar kurmaya, onlara Kıbrıs’taki sorunları şahsen aktarıp farkındalık yaratmaya çalışmaması mı? Yoksa “Rumlar bizi izole etti”den ibaret bir dış politika söyleminin sonunda kendi kendimizi Arabahmet mahallesinin arka sokaklarındaki bir odacıkta izole etmeye varması mı? CTP’nin yıllarca “Tüm Kıbrıs ve Avrupa çapında lider” çıkarmak iddiası varken, şimdi resmi liderlik makamına atanmış karşıtları gibi Hatay köy muhtarlıkları kadar ülkemizin siyasetinde hükmü olmayan “KKTC taşrası çapında lider” konsepti mi oluştu? Bu nedenle mi dış ilişkiler ve tam anlamıyla dış ilişki sayılamayacak olan Kıbrıslırum ve AB kurumlarıyla ilişkiler alt kademlere devredilip, “onlara önem vermediğimiz” mesajı bir yerlere iletiliyor?

Bunlar sadece bardaktaki suyun tıp tıp birikmesi… Sanırım bu yazıya yol açan içimdeki son kırılma noktası Aysu Basri olayıdır. Kendisini şahsen tanımıyorum, hiç karşılaşmadım, yolda görsem kim olduğunu çıkaramam. Ama herkes gibi ben de Aysu Basri’nin bir siyasi partiye bağlı olmaksızın yıllardır gazetecilik yapan, liberal diye ifade edilebilecek bir duruşu bulunan, mesleki tarafsızlığı nedeniyle her kesimden saygı gören, üstelik CTP hükümeti döneminde BRT Genel Müdürlük makamına atanan basın- yayın dünyasının öndegelen bir siması olduğunu bilirim. Türkiye’ye sokulmayan Kıbrıslıtürkler listesine onun da eklenmesiyle baskının boyutu genişletildi. Çoluk çocuğunun önünde Antalya Havaalanı’nda gözaltına alınıp, kötü muameleye maruz bırakılıp ve cep telefonundaki özel bilgiler kopyalanıp bir hukuki gerekçe bildirilmeksizin geri gönderildi. 1986’da ben de Türkiye’den sınırdışı edilip KKTC’ye gönderildiğimde, “Burası da TC’nin kontrolündeki bir birim değil mi, bir Kıbrıslıtürk’ün dünyaya tek çıkış kapısı Türkiye değil mi” diyerek ses yükseltebilen CTP yönetimi, bu sefer yeni moda muhalefet yöntemiyle, “İlgili bakanlıkların girişim yapması ve bu uygulamalara açıklık getirilmesi” yönündeki standart açıklamasını, yani ayıp olmasın diye söylendiği herkese malum basmakalıp lafları tekrarladı.

Bir lider kendi BRT Genel Müdürü’nün, yani bizatihi kendisinin hakkını hukukunu, onurunu korumak için kalkıp bu uygulamayı yapan ülkenin elçiliğinin kapısını çalmaz mı? Hatta o ülkenin başkentine gidip görüşmeler yapmaz mı? Kıbrıs vatandaşlarının, demek oluyor ki AB vatandaşlarının sebepsiz yere maruz kaldığı sınırdışı uygulamalarını AB organlarına, yetkili uluslararası kurumlara taşımaz, dünya medyasına duyurmaz mı? Olmadı, Kıbrıslıtürklerin sindirilmesi için sembolik isimler üzerinden oynanan bu tiyatroya karşı, partisini harekete geçirmez mi? “Meclis sokakta, sokak mecliste” sloganını hal ve gidişten memnun olmayan seçmenlerin kulağına hoş gelsin de, asgari ücretin neredeyse 10 katına tekabül eden 70 bin küsur TL ve daha bilemem kaç bin TL’lik ödenek ve ayrıcalıklarla onları yeniden milletvekili seçsin diye uydurmadıklarını, ama içi dolu olduğunu kanıtlamak adına meydana çıkmaz mı? Kıbrıs’ta, Türkiye’de ve İngiltere dahil Avrupa’da bir kamuoyu oluşturmak için daha yaratıcı çalışmaları akıl etmez ve bunu yapabilecek çapta ekip kurmaz mı? Hadi hiçbir şey beceremedi diyelim, bari Aysu Basri’yi evinde ziyarete giderek ona sahip çıktığını gösterecek bir fotoğrafı gazetesinde yayımlatmaz mı? Türkiye Cumhurbaşkanı’nın elinden ödül alan biri için yaptığı dayanışma açıklamasına benzer vurgulayıcı bir açıklamayı da bu haksız uygulamaya muhatap olan kendi atadığı BRT Genel Müdürü için yapmaz mı? Hayır, yapmaz! O halde bu partinin liderliği ne işe yarar? Herhalde doğru soru “Ne işe yarar” değil, kimin işine yarar? Bizim durumumuzdaki kimselere de yararı olacak, ne pahasına olursa olsun bizi de kollayacak bir yer var mı? Gençlik çağındaki kızımla yüzlerce yıllık şehrimiz Lefkoşa’da bulunduğumuzda can, mal ve namusumuzun güvenliğinden nasıl emin olacağız? Kime başvuracağız, nereye? Hangi siyasi ve sivil kurum hakkımızı arar diye bir medet umacağız?

Topluma ve onun aydınlarına kol kanat germesi beklenen CTP’nin en üst mercii, “Acaba Türkiye resmi makamlarının hiçbir icraatına karşı asla ve kata tek söz etmemek için yemin mi etmiştir?” diye bir soruyu her gün kafamdan silip atmaya çalışıyor, ama ertesi gün kendimi yine aynı soruyla cebelleşirken buluyorum. Daha kötüsü, bilhassa Türkiye Cumhurbaşkanı’ndan ödül almış sanatçılara destek ve tebrik mesajı yayınlamak suretiyle, aslında ödülü alandan çok ödülü verene onu desteklediği mesajını ileten ve bunu yaparken de hepimize “Gidin Türkiye Cumhurbaşkanı’ndan ödül alabilecek şekilde davranın da sizi de tebrik edelim” diye dolaylı bir mesajı ileten çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdan sözediyoruz. Onu sevmekten vazgeçmek de istemiyoruz. Gerçekten tam öyle, sadece ben değil çevremdeki ortak arkadaşlarımız, burada söylediklerimle hemfikirken, nasıl edip de eleştirdiğimiz bu dostumuzu sevmeye devam edebileceğiz diye düşünüyoruz. Etraftan birileri onu suçlasa hemen suçsuz çıkaracak bir şeyler icat etmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken de onun “suçlu ya da kusurlu” olduğunu gayet iyi biliyoruz. Fakat yanlışlıkla, kasıt içermeden, bir defaya mahsus, mecburiyetten işlediği “suçu ya da kusuru” pek yakında telafi edeceğine kendimizi inandırmak için çaba harcıyoruz.

Kalben bağlarımız bulunan, çok eskilere uzanan anıları paylaştığımız, özel hayatımdaki kötü günlerde bana el veren bu eski dostumuz ne yazık ki şimdi kendimizi inandırmamıza yardımcı olmuyor. Ona gidip bunları anlatsaydım, “Türkiye Cumhurbaşkanı’ndan ödül alan sanatçımız da değerli biri, kültür camiamıza ayrım yapmadan tebrik yollamak gerekir” diyecekti. Ben de “Çok doğru, ama Kıbrıslırum ve AB kurumlarından ödül almış sanatçılar, aydınlar da var, onlara neden tebrik yollayıp basında yaygınlaştırmadınız?” diye soracaktım. Beni ikna için sosyal medya hesabından şunu bunu yazdığını aktaracaktı. Bense, Rumca-Türkçe konserler ve tiyatro gösterilerine, Kıbrıslırum-Kıbrıslıtürk görsel sanatçıların ortak sergisine, genç şairlerin okuma günlerine, vs. neden fiilen destek olmadıklarını, hatta gitmediklerini soracaktım. Dostumuz, bunda kasıt bulunmadığını, işlerin yoğunluğu nedeniyle ihmaller yaşanmış olabileceğini belirtecekti. Tam o an onunla konuşmanın boşunalığını hissedip, Ülkü Tamer’in “Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten” dizesini içimden tekrarlayarak kendimi yatıştırmaya çalışacaktım. Yani “Yoğun işler” dediği de, Kıbrıs Sorunu’ndaki çözümsüzlükle ilişkili idari, esasen de siyasi sorunları yerel mahkeme kararıyla çözeceği zannıyla hazırlanan dava dosyalarından pek de fazlası değil. Tamam, hukuki mücadele yapılsın da Barolar Birliği’nin siyasi ağırlığının gerisinde kalınmasın. Sürekli biçimde sineklerden yakınıp, bataklığı katiyen işaret etmeyen, böylece yaşadığımız sorunların kaynağını, nedenlerini, sorumlusunu göstermekten kaçınan, herhalde bataklığı kurutmak gibi bir niyeti olmadığından bizim de sineklerin nereden geldiğini görmemizi engelleyen bir “muhalefetin” adı muhalefet değil, başka bir şeydir. Bunu da kırılmaması için yine ona açıkça söylemesem de artık dayanamayıp balıklama lafa girecektim:

“Sevgili kardeşim, CTP liderliği Kıbrıs Sorunu’nu içerecek biçimde makro-politika değişikliği yapmış görünüyor. Seçmenlerinizi asıl rahatsız eden bu. Kıbrıslırumlarla birlikte AB çatısı altında federal bir cumhuriyetle ülkeyi birleştirmek biçiminde özetlenebilecek asli politikadan vazgeçildiği izlenimi veriliyor. Gördüğüm kadarıyla terketmeye çalıştığınız federal birleşik Kıbrıs siyasetiyle örtüşebilecek sanat etkinliklerine net destek vermemeyi, Kıbrıslırumlar ve AB’yle teması olan kültür insanlarına tebrik göndermemeyi tercih etmenizin altındaki mesele budur. Türkiye’den sınırdışı edilen aydınlara gereğince sahip çıkılmamasının nedeni de bu olmalı. Şu sıralarda Kıbrıs tarihi ve kültürü etrafında yeni bir ana-hikâye uydurulup bize kim olduğumuz anlatılıyor. Kıbrıslıtürkleri bir toplumsal varlık olarak yok sayan, Kıbrıs’ı ise ülke olarak değil Türkiye’nin öylesine bir ada parçası biçiminde sunan güncellenmiş Türk dış politikasının narativine göre, meğer biz onların kurguladığı başka birisiymişiz. Kendimizi yüzlerce yılın Lefkoşalısı, Avrupa’nın bir Baş-Şeherlisi sanırken meğer o yer yokmuş. Korkarım ki CTP üst yönetiminin ya da liderinin değişen temel siyasi duruşu, kendisini Türkiye’nin Kıbrıs hakkındaki bu yeni siyasi anlatısına uydurma çabasıdır. Yanılıyor olabilirim. Hatta CTP’nin beni mahcup edecek bir birleşik federal Kıbrıs girişimini ve Kıbrıslıtürklerin varoluşu için 2000’lerin başındaki gibi meydana çıkışını görmeye can atıyorum. Fakat yanılmıyorsam, bu asli politika değişikliğinizden tabanınız haberdar mı?”

Çoğu kişiden işittiğim sol muhalefete liderlik edecek pek bir alternatif isim bulunmadığıdır. Herhalde bunda doğruluk payı var, çünkü öyle isimler zikrediliyor ki besbelli gelen gideni aratacak. Böylece bu yaklaşıma ben de kafa sallamış olmakla birlikte, tabii en doğrusu şunu demek: “Siz hele bir kilitlendiğiniz rutubetli binadan sokağa çıkın da görün sokakların nasıl da lider yaratma gücü olduğunu.” Bizim sevgili arkadaşımız da, çaresizlikten ötürü tekrar ve tekrar en yetkili kişi olarak seçilse de, şayet bu lider kendi insanlarına dahi sahip çıkma kararlılığı gösteremiyorsa, aksine karşı cephenin politikalarını gözeterek tavır alıyorsa ve Kıbrıslırumlarla Avrupa şemsiyesi altında ortak bir demokratik ve barışçı gelecek kurulması için gönülden, öteki taraflarla da temas halinde ve etkin biçimde çalışmıyorsa, o kişi bırakınız solun ya da CTP’nin lideri olmayı, yarım yüzyıldır “solcu ya da CTP’li” dediğimiz sıradan insanlardan biri bile sayılamaz. Çünkü Kıbrıslıtürk halkının yarım yüzyıllık demokrasi mücadelesini, hele ki onun da gerisindeki Kıbrıs’ın 1930’lardan beri süren Rum-Türk ortak siyasi tarihini bilenlerin ne akıllarıyla ne de kalpleriyle bunu kabul edebilmesi mümkün değildir. Eminim ki pek çokları da bana kendini yazdıran bu yazının hissiyatını paylaşıyordur.

CTP’liler Berberoğlu’ndan, Özker Özgür ile Naci Talat’lardan beri ne ağır bedeller ödemişlerdir, ya Alpay Durduran’lara, ilk olarak Ayhan Hikmet’e, son olarak Mustafa Akıncı’ya yapılanları şimdiki yöneticiler kalben de hissediyor mu? Onların ve ömrünü Kıbrıs’a adayan daha birçok isimsiz barışseverin tehdit altında ömür sürdüğü, itibarsızlaştırıldığı, işsiz aç bırakıldığı, sürüldüğü, suikasta uğradığı, öldürüldüğü bu barış ve demokrasi mücadelesi mirasına karşı içten bir sorumluluk duyuyor mu? Onca mücadele dünyada kimse tanımasa da adımız Cumhurbaşkanı’na veya şu bu makama çıksın, kumarhanelerden, kerhanelerden, karargâhlardan başka şeyciği bırakılmayan batık bir ada parçasında havamız olsun cebimiz dolsun da, 450 yıldan fazladır varolmuş bir halk varsın, vatandaşı olduğu Avrupa’dan zorla koparılıp, Ortadoğu’nun birbirinden çürümüş, yolsuzluğa, yasadışılığa batmış dinci-diktatörlüklerden mustarip ülkeleri içinde yokolup silinsin diye miydi? TMT’lilerin en milliyetçisi dahi böyle bir ülkü için savaşmamıştı. Şu an Kıbrıslıtürk toplumu öylesine bir varoluşsal krizle karşı karşıyadır ki, TMT yeminindeki başlangıç kısmını CTP liderliğinin de tekrarlamasını rica edecek hale düşmüş bulunuyoruz: “Kıbrıs Türkünün yaşayış ve hürriyetine, canına, malına ve her türlü anane ve mukaddesatına, her nereden ve kimden olursa olsun veki olacak tecavüzlere karşı koymak için…”

Bunu yazarken okuduğum bir haber de, “Ayranı yok içmeye taht-ı revanla gider sıçmaya” atasözündeki gibi, memleket iflas halindeyken bir külliye yapılması için milyarlarca lira harcayarak Lefkoşa’nın Türk kesimindeki biricik yeşil köşenin de tarumar edilmek üzere olduğudur. O sarayda oturacak makam sahibi dahi bunun kendi isteği olmadığını belirtmişken ve halkın neredeyse yüzde yüzü bu görmemişlik abidesine muhalifken, böyle bir konuda bile sonuç alıcı muhalefet yapamayan bir sol ana muhalefetten sözediyoruz. Hal böyle iken, yarın kurultay salonunda atılacak nutukların hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Şişirip asacakları balonlar da sonunda patlayacak birer balondur. Hele hükümete gelince, yok şunu yapacağız yok bunu diye vaatlerde bulunmak, milleti yine geri zekâlı yerine koymaktır. Sağcısıyla solcusuyla, işçisiyle işvereniyle, Türkiye ve Kıbrıs kökenlisiyle bütün ahalinin muhalefet ettiği bu saray- külliye dayatmasına karşı dahi, onu engelleyecek bir muhalefet örgütleyemeyen, yine de hükümete talip olan en büyük sol partinin başında ben olsam ağzımı açmaya utanırdım.

Dostumuza yapılan hakikaten çok hoyrat eleştirilere de tanık oldum. Bir defa o çalışkanlığıyla, sebatıyla kendisine yer edinmiş biridir. Parti içinde ve yakınlıkları bulunan sivil toplum örgütlerinde toparlayıcı, denge oluşturucu çalışmalar için özel hayatından çok fedakârlıkta bulunduğu bir gerçektir. Biat ettiği için sustuğunu iddia edecek kadar ileri gidenler yanılıyor, o öyle omurgasız bir aydın değildir. Bana kalırsa ağzını açmamasının nedeni, bu zor dönemi, Mustafa Akıncı’ya yapıldığı gibi onun da önüne aşılması imkânsız engeller çıkarılmadan sağ salim atlatmak düşüncesidir. Ne var ki, ancak ölüm sessizliğini sürdürürse Cumhurbaşkanı olmasına izin verileceğine inanan biri, o Saray’a girdiğinde de bir tabuttaki ölüden farksız olur. Bu görüşüme katılmayacağını, en iyimser durumda yine sessiz kalacağını adım gibi bildiğim için ben de karşısında sesli düşünmekten imtina ederek şu “kendigelen” yazının içinde kendi kendime konuşarak diyorum ki: “İyisi mi bu gölge tiyatrosundaki orijinal Karagöz yerinde

kalsın. Biz de Kıbrıslıtürk halkı ile Kıbrıs ülkesinin cenaze töreninde, kukla oynatıcısının elindeki tabut- taşıyıcısı, mezar-kazıcısı gölge oyunu figürleri olmayalım.” Zaten kamuoyu yoklamaları seçimlerde oy kullanmama temayülünün arttığını gösteriyor. Oy kullanmak istemeyenler de esasen CTP’liler ile diğer demokrat kesimler: Hmmm, acaba neden?

Evet, geçmiş CTP ve TDP destekli Hükümetlerin ve Cumhurbaşkanlıklarının haklarını da teslim edelim. O yıllarda bazı dikkate değer icraatlar yapmaları için belli bir alan vardı. Sosyal ve ekonomik hakların genişletilmesinde, yerli üretimin teşvikinde, toplumsal cinsiyet eşitliğinde, yerel yönetimlerde, çalışanların sendikal hak ve iş güvencelerinde, Kıbrıs tarihi ders kitaplarının revize edilip Kıbrıslıtürk edebiyatının müfredata girmesinde, vatandaşlık için bazı düzenlemelerde, AB müktesebatına uyum ve ilişkilerde, nihayet federal bir çözüm için çeşitli teknik komite çalışmaları yapılarak güven artırtıcı önlemlere ağırlık verilmesinde CTP ve TDP destekli Hükümet ve Cumhurbaşkanlıkları birçok icraat yapmışlardı. Ne var ki, artık KKTC kurumlarının, hatta UBP’nin içindeki çalkantılardan görüldüğü üzere siyasi partilerin bir özerklik ve hareket alanı kalmadı. Cumhurbaşkanları, Hükümetler, UBP Başkanları, hepsi ya bir yerlerden kendilerine emredileni motomot yaparlar ya da tepe taklak giderler. Mademki Kıbrıslıtürklerin iradesi sıfırlandı, ne diye şu ya da bu partiye oy versinler? Eski siyasi ortama, dengelere göre saptanan iktidara geliş biçimleri, çözüme erişmenin yol ve yöntemleri artık geçerli değil. 800 yıl önce bulunduğumuz günden ilerisini görebilen Mevlâna Celâlettin Rumî’nin ağzından söyleyeceksek “Dünle beraber gitti cancağazım / Ne kadar söz varsaydı düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.”

Muhalefet liderliği, “Hah tamam işte, biz de ‘düne ait’ barış politikamızı değiştirip, dondurulmuş savaş hali içinde ‘kendi kışlamızın önünü hooverleyelim’ politikasına geçtik” dese de, insanların barışa duyduğu ihtiyaç değişemez. Hele ki ulus-ötesi küresel oluşumun en ileri merhalesine tanık olduğumuz Avrupa’da toplumlararasındaki çatışmalara barışçı çözümler üretmek yerine, onları kaçınılmaz sayan milliyetçiliklere göre savaş kışkırtıcısı politikalara eyvallah çekilemez. Sol muhalefette değiştirilmesi gereken barışa ulaşmak adına tuttukları yoldur. Çünkü daha Kıbrıslırum barikatına varmadan, Türk barikatı tarafından önü kesilmiş bir çıkmaz sokaktadırlar. Barış bizim ülkemize ancak Kıbrıslırumlarla ve Kıbrıs’ın üye olduğu AB ile bir antlaşma imzalamakla gelebilir. Barış görüş yapılacak tarafa, asla kabul edemeyeceği daha da katılaşmış Taksim planları dayatılmasına güçlü biçimde muhalefet etmemek, olsa olsa savaş halinin tehlikeli bir tırmanışla 50 yıl daha sürmesinde pay sahibi olmaktır. Bunun önüne geçmek için yeni ve etkin bir siyasal strateji yaratabilecek, can havlı içindeki Kıbrıslıtürklerin bu şartlarda sarılabileceği bir avantajı olan uluslararası bağlantıları üzerinden çıkış kapıları açabilecek yepyeni bir Dünyalı bakış gerekir. Ama neredeee?..

Sadece ilk defa değil, son defa olarak doğrudan Kıbrıs siyasetiyle, muhalif hareketiyle ilişkili bir şey yazıyorum. Gerçi bunu da bir şair olarak yazıyorum, bilhassa Lefkoşalı bir şair sıfatıyla, yine de söyleyeyim daha önce bu tür siyasi meseleler etrafında tek ama tek bir cümle yazmışlığım yoktur. Bundan sonra da olmayacak. Lefkoşa’daki güvenliğimiz ailece tamamen ortadan kalksa da bunun utancını muhalif liderliğe bırakarak ve bu yazının tanıklığını tarihe havale ederek tekraren ağzımı açmayacağım. Bu ucuz siyasete katılmaya hiç ama hiç niyetim yoktur. Ne de Sophokles’in Antigone veya Oresteia tragedyalarında rol oynamaya niyetim vardır. Tek arzum, evimde oturup huzur ve güven içinde şiirlerimle, yazılarımla uğraşmaktır. Kıbrıs’ta bulunduğumuz yaz tatili döneminde Kıbrıslıtürk toplumunun fiilen de hukuken de manen de madden de bitirildiğini, kendi halkının güvenliği en temel öncelikliği olması gereken ana muhalefet liderliğinin ise okuyana “Acaba beni geri zekâlı mı sanıyorlar ki bu açıklamayı yapıyorlar” hissi veren, muhatabı esasında Kıbrıs halkı değil, ötelerdeki malum birileri olan siyasi ciddiyetten de, insani hassasiyetten de yoksun trajikomik basın açıklamaları yaptığını görmek hakikaten üzücüydü. Ne var ki şimdi bunları “üzülmüş” olmaktan ziyade, “Sevgili kardeşim, güzel arkadaşım, istersen CTP’nin ve Kıbrıs solunun temel ilkesi olan federal cumhuriyet politikasını ve Kıbrıslıtürk toplumunun varoluş hakkını gözeten etkili dış temaslar, daha münasip açıklamalar ve sonuç alıcı eylemler yap, çünkü seni gençlik günlerindeki gibi hatırlayıp sevmeye devam edebilmek istiyoruz,” demek için yazıyorum. Bunları okuyunca kızsan da seni sevdiğimiz canı gönülden söylenmiş bir sözdür.

Ama çok zararını gördüğüm şu beytambal Kıbrıslıtürk cemaatini galiba daha fazla seviyor ve fenalık dolu taraflarına rağmen dünyada varolsunlar istiyorum.

Umarım bu paylaşımım nedeniyle kraldan kralcılar bana gayriciddi adlandırmalar yakıştırıp yazdıklarımı geçiştirmez de, “Şu adam bu yaşında ne diye böyle şeyler yazma ihtiyacı duydu yakın arkadaşları hakkında” diyerek birkaç dakikalarını düşünmeye ayırırlar. Kendimizi rahatlatmak için her eleştiriye kulak tıkayabilir, eleştiriyi yapanın kişiliğine, art niyetine dair şeyler uydurabiliriz. Ama eleştiri konusu olan ne varsa hepsi kör gözün parmağı ortadayken böyle bir devekuşu oyunu olsa olsa geçici rahatlama sağlar. Kıbrıs’ın kuzeyindeki kültürel, toplumsal, siyasal dönüşümün ne kadar keskin olduğunu buraya belli aralarla geldiğimden ben de daha keskin hissediyorum. Sahi o arada sakın kimse, “Burada sürekli kalmadığına göre neler çektiğimizi bilip etmeden konuşuyorsun” demesin. Bunu diyecek mevki sahipleri, ülkeye dönmek için yaptığım her teşebbüste, 1995’lerde, 2005’lerde yine 21 Eylül 1988’deki linç kampanyasının benzeriyle karşılaşmamdaki kendi sorumluluklarını düşünsün. Ama o karanlık tarihlerde bile herkes düşüncesini ifade ederdi. Görüşlerimle hemfikir olan kimi arkadaşların, bunları yazmakla “self-destructive” davrandığımı söylemesi, sanırım ki, Türkiye’deki gibi oto-sansürcü bir kültürün içselleştiğine ve en demokratik kurumlarda da bir patronaj sistemi oluştuğuna işaret eder.

Doğrusu “self-destructive” olduğum konusundaki değerlendirmede gerçek payı var. O nedenle mesleki ve özel hayatımda çok sıkıntılar çektim ve maddi, manevi zararlara uğramaya da devam ediyorum. Ne var ki bu “self-detructive”liğin özgür bir şiirsel yaratıcılık anlamında zihni ve ruhu iyileştiren bir tarafı da var. Bir fırtınayla gelip kâğıda, yani bilgisayara geçirildikten sonra tekrar gözden geçirilmeyen bu metni de şiirim adına yazıyorum. Alt okuma yapamayan bir bakışın siyasi bir açıklama sanabileceği bu yazı, aslında tamamıyla bir edebiyatçı kimliğiyle yaşamayı sürdürebileyim diyedir. Yoksa bu yazdıklarım sırf siyaseten düşünülecek olursa, hele kişisel çıkar açısından bakarsak, tabii ki yazılması akıl kârı değil. Biri “Adam aklını kaçırmış” diyecek, diğeri “Sanki biri okuyacak da gidişat değişecek” diye devam edecek, ötekisi “Yine başına bela açacak” diyerek sözü bağlayacak. Her ne denecekse denir, neticede ben dostça yazdığıma inanıyorum ve “dost acı söyler” deyişi hatırlanarak okunacak diye umuyorum.

 

AĞUSTOS SICAĞINDA KIYÂMET TÛFAN

El a m a a a n Ağustos sıcağından!

Alev alaz üfürse de şu cehennemîî ateşle kopan kıyâmet tûfan mənem əsas şikâyətim Öte makamlaradır:

“Benden sonrası tûfaaan”

diyerek iklim felâketine yol açan Trump mrap mat olsa da olmayanlaradır:

Memnun musunuz bakalım başımıza sardığ’nız belâdan şerden?

Boynuzu çatık, kuyruğu kısık, kançanağı gözü şaşılla ve ke- k e k e m e , sağır

değil de, işitemiyo’ kendi sesinden başka sesi.

Nereciğe dokunsa oracığı bir yangınla başlayan karanlık. Yani ne çare ki bir kepçe,

sûreti âyan beyân zuhûûr eden Cehennem Zebânîsi’nin elinde kazanda seni beni karıştıraa üfüre ü ’ ü ü f f f f . . .

Amma mən şairâne saray şairiniz değiləm lafımı deməye icaze istəmirəm:

Sıçmışım çevirdiğ’niz dolapların içine!

Velâkin bu bir ölüm kalım meselesi madem Âraf âhalîsine, tûfana rağmen ayak diremek zarûrî

da golay süremesinner bizi zebânîlerinan iş dutsalar dahi

C e h e n n e m ’lerine.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
240AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin