Suratsızlar – Aykut Bektaşoğlu

1037

Her sabah yüzümü yıkıyor, dişlerimi fırçalıyor, ne bileyim kahvaltı yapıyorum, çay, haberler falan…

En sevdiğim, kalkar kalkmaz çay demlemek. Ama demlemek. Türkiyeliler gibi. Böyle deriz. Demleme çay – Türkiyeliler gibi.- nedendir bilmem, öyle denir.

Eskiden, demlikli çaydanlık olayını hiç bilmezdik. Gereksizdi. Demli çayı, Türkiye’den gelen insanlar yaparlardı. Biz, üzerine yapıştırılmış veya zımbalanmış ip olan çaylarla hazırlardık çayımızı. Kimimiz süt de koyardık içine. Hala koyanlar var… Bana para da versen bunu yapmam…

Sanki demleme çayı Türkiyeliler bulmuşlar gibi konuşulur. Gerçi bilmiyorum. Demlemeyi kim bulmuş olabilir?

Kim bulduysa buldu. Sonuçta, ısı ile sıvıyı kullanarak, bir bitki terbiyesinin suyunu ılık ılık içiyorsun. İyi de oluyor. İcatçısı çok mu önemli?

Tabii ki ben, yıllarca Türkiye’de yaşadım ya, belki ondandır. Demli çaya alıştım. Buruk çay kokusunu duyunca,  sabahın sessizliği, dinginliği gelir aklıma. Zevk alıyorum. Bu ruh hali, diğer batırma -sallama- çayda olmuyor bende. Batırma olunca, daha böyle çay tadı değil de, sanki böyle daha bir modernize bir şey gibi. Ya da o kadar yoğunuz ki, zamandan kazanıyoruz gibi falan… Kimimizde de biraz Avrupai duruyor. Daha doğrusu İngilteremsi duruyor… Sanıyorum. Belki yanılıyorumdur. Çok da önemli değil. Kim ne isterse onu içsin. En güzeli o…

Hatice ve Irmak kalkmadan, çay işini hallediyorum. Bir de tıraş falan. Sonra kahvaltı yapıyoruz. Her sabah. Hiç aksatmadık. Ve her zaman keyifli…

Her zaman ‘Biraz daha ye babam, biraz daha ye annem’…  Şimdi Irmak büyük. Bu söylem geride kaldı.

Çocuklar hep böyledir. Fakat şimdi anladım. Doğru anladımsa. Çok ısrar etmemeli. Az yesin. Boş ver. İhtiyacı olunca, yine yiyecek. Mutlaka yiyecek. Onun moralini bozmamalı. Sevgi ile beslenir, ekmekle değil…

Zaten, ekmek dedim de, şimdi bazı uzmanlar, buğdayın kromozom sayısının değiştiğini, insanlar için, zehir anlamına geldiğini falan anlatıyorlar. Gerçi ben ekmek derken, genelde yemekten bahsetmiştim, ama bilmekte fayda var diye düşündüm. Bana mantıklı geldi. 1950’de bilmem kaç kromozommuş, şimdi bilmem kaç kromozom…

Her zaman eğlenceli çıktık evden. Şakalaştık. Her şeyle dalga geçtik. Güldük…

Evden çıkıp kervana katıldık. Arabaların yoğun sabah hareketliliğine ve yoğunluğuna girdik. Yoğunluk derken saatlerce sürecek araba kuyrukları falan değil. Burası küçük bir ülke. Sürse sürse, en çok yarım  saat…

Bizim arabanın rotası okul. Diğer arabaların neresi? Bilmiyorum. Nereye olduğunu bilmesem de, nasıl gittiklerini iyice belleğime yerleştirdim…

Arka koltuklarda, çocuk var ya da yok…

Çoğu arabanın ön koltuklarında bir kadın bir de adam var…

Vay olmaz olsaydı…

İkisinin de suratlarından okunan ifade; tüm akrabaları gözleri önünde katledilmiş, ‘Hiçbir şey olmamış gibi işinize gücünüze gidin ve kimseye de bir şey belli etmeyin’ denilmiş…

Makyaj falan tamam. Giyim, kravat da tamam…  Da. Herhalde, bu zulmü yapan zalimler, iyi giyinmeye zorlamışlar mazlumları…

İki dakika gülün be. Gülün…

Yani gülün… İşler yolunda gitmiyor mu?  Bir şeyler yap…

Kafanı camdan dışarı çıkar mesela…

Yok,  yok, bunu yapma, çok tehlikeli. Başka bir şey yap. Ama yap.

Neden mutsuzsun? Konuş. Konuş benimle…

Evden keyifle çıksan da, etkilenmemek mümkün değil…

Yahu arabaysa araba. Giyimse giyim. Hepsi güzel.

Neyin var? Konuş. Niye öldün? Ölmemelisin. Konuş. Derdini söyle…

Kemal Sunal  (Mülayim), sağlığı konusunda endişelidir. Doktora gider. Gerekli tetkikleri yaptırır. Tetkik sonuçlarını, korku ile karışık heyecanla beklemeye başlar. Doktor, raporları gözden geçirir.

Raporlara göre Mülayim’in  yaşama şansı yoktur.

‘Vah yavrum, daha çok gençsin, en fazla altı ay ömrün var’ der doktor. Fakat Mülayim hemen pes etmez, sıkı bir pazarlığa girer. Fakat nafile…

Süreyi uzatmak mümkün değildir.

Altı ay…

Mülayim doktorun yanından ayrılır. Ardından, adı Mülayim olan diğer bir hasta doktorun yanına getirilir. Hastanın ayakta duracak hali bile yoktur. Meğer bizim Mülayim’in raporları bununkilerle karışmış.

Doktor, ayakta duramayan adama, ‘Turp gibisin’ der. Adam, derin bir nefes alıp, ölmeye hazırlanırmış gibi göğsünü şişirir.

‘Daha yüz sene yaşarsın’ der doktor.

Hasta Mülayim, ciğerine doldurduğu havayı, doktora doğru serbest bırakır ve oracıkta ölür…

‘Hayır. Ölemezsin. Bilime hakaret. Konuş be adam’ der ve boğazına sarılır cesedin…

Ne desen boş. Ceset ölmüştür. Ölmeyen Mülayim ise altı ayının kaldığını öğrendikten sonra, her şeye başkaldırır. Zincirlerinden kurtulur…

Önce bir dalga geç. Kendini küçümsemeyi dene. Bak göreceksin yüzün gülecek. Daha korkusuz olacaksın. Böbürlendikçe daha suratsız ve mutsuz oluyorsun. Hele bir kendine itiraz et, başkaldırıcı ol… Henüz ölmeyen bir Mülayim’in yaşama şansı olmalıdır..!

Sevmediğin şeye itiraz et, inat et ve bir şeyler yap. Ama sakın başını camdan dışarı çıkarma. Çok tehlikeli…

Bu ‘Çok tehlikeli’ meselesini anlatmadan geçemeyeceğim:

‘Örümcek adam’ filmini çok severim. Rastladım mı kaçırmam. Daha Irmak küçükken, animasyon versiyonlarını bile kaçırmazdık. Ama çocuklar biraz büyüdükçe, izlediğiniz sahnelerle bağlantılı, hayata dair bazı dersler vermek zorunda da hissediyorsunuz kendinizi. Yani, ben bazen yapıyorum bu basitlikleri…

Bölümlerin birisinde. Örümcek adam kızın evine yemeğe davetlidir.

Kıza, ilginç bir heyecan yaşatmak için, örümcek yeteneklerini kullanarak, kucağına alır, o apartman senin bu apartman benim, zıplaya zıplaya gezmeye çıkartır…

Burada ben devreye giriyorum ve: ‘Çok tehlikeli’  diyorum. İnsanoğlu işte. Korumacılıktan mıdır nedir?..

Evde bir gülme, bir ahkam. Tabii komik duruma düştüm. Neyse ki eğlenceli oldu…

Nerede bitiyor bu araba hikayeleri ?..

Genellikle ‘Dairede’…

Sık kullanılan bir soru var. ‘Neredesin?’ diye. Bu soru hep sorulur. Ama, bu sorunun cevabı, bildiğimiz yer belirteci anlamında değildir. Nedendir bilmem, söz konusu soru cümlesinin bizdeki tercümesi: ‘Nerede çalışıyorsun?’ dur. Fakat, dikkat edelim. Bu, saklı bir soruya işaret etmektedir. Sorunun, ‘Nerede çalışıyorsun?’ değil de  ‘Neredesin?’ şeklinde ifade edilmesi, ‘gizli bir gerçeğin’ varlığını açığa çıkarıyor. Ortaya çıkan gizli soru, ‘Nerede vakit geçiriyorsun?’ veya ‘Boş vakitlerinde ne yapıyorsun?’ dur…

Ondan değil midir ki, birimiz diğerimize ‘Neredesin?’ sorusunu sorduğumuzda aldığımız cevap: İskandayım, Ulaştırmadayım, Kimlikteyim, Tapudayım, Planlamadayım,  ve daha ezberimde tutamayacağım nerelerdeyim? dir…

Aslında merak ettiğimiz nerede olduğun değil, mesleğinin ne olduğudur.

Neden böyle diyorum?

Şimdi durup herkesin ‘İşini gücünü’ aşağılamaya mı çalışıyorum?..

Haddim değil. Sadece anlamaya çalışıyorum…

Şimdi diyelim ki, yüz kişilik bir toplumsunuz. Kimimiz fırıncı, kimimiz işçi, turizmci, öğretmen, doktor ve daha sayısız çalışan. Herkes bir iş yapacak. Fakat toplumsunuz ya. Size bir de organizatör lazım. Aramızdan birileri de organizatör olsun da, evrak işleridir şudur budur onları halletsin. Çok güzel. Yani, bir yerde bütün bu evrak işlerini üstlensin. Yani ülkede yapılan bütün işlerin evrakçısı olsun. Maaşlarını da çalışanların ödemesi gerekecek. Sonuçta, evraklar onların…

Başta dedik. ‘Diyelim ki’ dedik, ‘Yüz kişilik toplumsunuz’ dedik.

Ne olmuş?..

Ne olmuşu var mı?.. Elli kişiniz evrakçı oldunuz, bundan da hiç rahatsız olmuyorsunuz…

Memlekette üretim yok, turizm patlamamış veya şu anda aklıma gelmeyen herhangi bir ekonomik – üretim  patlaması  yok. Neyin evrakını tutuyorsunuz  be adam, hangi büyük hareketliliğin ?..

Bütün bunların farkındasın  ve bu yüzden suratsızsın…

Sonra durup ‘kimim ben?’ deyip, kendine özgü bunalımlara giriyorsun…

Giriyorsun.

Çünkü, iyi belle ki, bu düzen sensin…

 

Her şey bir yana, kendi arabalarındaki günahsızların da  keyfini kaçırıyorsunuz…

Nedir bu suratsızlık?…

Nedir?

Biliyorsun, ama itirafı bir devrim…

Seni hiçliğin evrakçısı…