arşivUlus IrkadGayrı Resmi Tarihe devam ve İttihad ve Terakki üzerine -2- – Ulus...
yazarın tüm yazıları:

Gayrı Resmi Tarihe devam ve İttihad ve Terakki üzerine -2- – Ulus Irkad

Yeniçağ podcastını dinleyin

ulus1908-1914 arasında meydana gelen değişikliklerin en önemlisi, Babıali’nin yabancı devletlere bırakmak zorunda kaldığı topraklar ve bunun diğer bütün gelişimler üzerinde büyük etkisi oluşudur. Bu zincirleme toprak kaybetme süreci, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan ile birleşmesiyle başlar. Babıali’nin sözde egemenliği altında bulunan her iki toprak parçasının İmparatorluktan ayrılmasına Türkiye’deki yeni rejimin bu bölgelerde otoritesini kullanmaya kalkması korkusu sebep olmuştur. Babıali’nin itibarını zedeleyen ve Jön Türklerin kaderini çizen olaylar ise, 1911’de İtalya ve bir yıl sonra da Balkan devletleriyle yapılan savaşlardır. İtalyanlar Libya’yı, Balkan devletleri ise Türkiye’nin Edirne ile İstanbul arasında uzanan kara parçası dışında kalan Avrupa’daki topraklarının hepsini işgal etmişlerdi. İmparatorluğa çokuluslu niteliğini kazandıran Rumeli’deki topraklardı ve kaybedilmelerinin Jön Türklerin ideolojisi üzerindeki etkisi, ağırlık merkezinin Anadolu’ya kayması olmuştur. Makedonya’nın bu denli önem taşımasına rağmen, doğma büyüme Makedonyalı olan İttihatçıların, üstelik giriştikleri hareketin de beşiği olan bu toprakların kaybedilmesine fazla tepki göstermemeleri ve yeniden İmparatorluğa katmak için harekete geçmemeleri hayli gariptir(Feroz Ahmet(1971).1908-1914- İttihat ve Terakki, Kaynak Yayınları, İstanbul, sf. 251-252).

İttihatçılar toplumsal devrimi asla hayal etmediler, din karşısında oportünist bir tavırları vardı. Onu bir silah olarak elde tutmaya devam etmek istiyorlardı, ama öte yandan o dönem Fransa’sında burjuvazinin üst kesimlerinde egemen olan pozitivizmi benimsiyor, laisizme sempati ile bakıyorlardı. Her ne kadar Bayrak ve Kuran üstüne yemin etseler de, o dönem burjuva dünyasına egemen olan ve etkileri Latin Amerikalara kadar uzanan Mason Localarına üye idiler.

Bir imparatorluğun mirasçıları olarak, yeni bir devlet ve toplum yaratmaktan çok, “devleti kurtarma”, “imparatorluğu yaşatma” misyonuna da soyunmuşlardı. Öte yandan Modern dünyada “ulus devlet” olmadan yaşama olanağı olmadığını da görüyorlardı. Balkan milliyetçiliklerinin zaferi ve kendi yenilgileri, var olmak için bir ulus olmayı, eğer ulus yoksa onu yaratmayı, onu yoktan var etmeyi dayatıyordu. Devletin bekası için ulus gerekiyordu. O zaman ulus ne pahasına olursa olsun yaratılmalıydı(sf.8, Fikret Başkaya, Sait Çetinoğlu, Resmi Tarih Tartışmaları-3-,Özgür Üniversite).

Kemalizm, İttihat Terakki Partisi’nin mirasçısıdır. Her ne kadar resmi tarih, ikisi arasındaki kadrolar ve projeler bakımından bir sürekliliği örtmeye çalışsa da, bütün veriler bunun tersini doğrulamaktadır. Milliyet anlamında “Milli Burjuvazi” yaratma, yeni bir Türk alfabesi yaratma, kadınların siyasal hayata katılımı, yasaların modernleştirilmesi vb. Konular İttihat Terakki tarafından tartışılmış projelerdi. Bir anlamda Kemalizm, İttihatçılığın kadrolarını ve projelerini çalmıştır. Kibarca buna devralmıştır da diyebiliriz. İttihatçıların çekirdek kadrosu, Kemalistlerin takibi altında olsa da, siyasetleri “iktidarda” idi. Bu oldu, tarihimizde çok kereler yaşandı(sf.9).

“İttihat Terakki “faşizm” kavramının icadından önce doğmuş, proto faşist bir partiydi. Tıpkı 1915 Ermeni Tehcirinin daha jenosit kavramının oluşmasından 30 yıl önce meydana gelmiş bir soykırım olması gibi. Ama BM’nin soykırım Sözleşmesini kaleme alan Polonyalı Lemkin, bu sözleşmenin ilham kaynakları arasında Ermeni örneğini de sayacaktı(sf.9-10).

Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce, şu proje vardı: İmparatorluk, kurucularının anavatanına doğru yani Orta Asya’ya doğru büyümeliydi, yitirilen ulusal Türk kimliği yeniden kazanılmalı idi. İslam asli değil, milli projenin tali unsuru olarak sonuna kadar sömürülmesi gereken bir olanaktı ve bu hem Arapları, hem de Kürtleri elde tutmanın bir aracı olabilirdi. Ermenilerin, Süryanilerin, Rumların yeni ulus devlet projesi ile bağdaşmaları mümkün değildi. Tasfiye edilmeliydiler. Araplar eski bir ulus olarak asimile edilemezdi, onlarla federasyon oluşturulacaktı. Kürtler, Kafkas kökenliler, Rumeliler asimile edilecekti. Kürtler, Ermeni sorunu karşısında kullanılan ve kullanılmakta devam etmesi gereken bir unsurdu. Kürt egemenleri 1915 trajedisinde İttihatçıların suç ortağı oldu. Dünya savaşı sonrasında gasp ettiklerinin geri alınması ve cezalandırılma korkusu ise, onları Ankara Hükümeti ile işbirliğine itti.

Ermeniler, oluşması hayal edilen Turan İmparatorluğunun ortasında bir çıbanbaşı idi ve mutlaka tasfiye edilmeli idi. İttihatçılar bu siyaset bağlamında, Rus devriminden sonra Kafkasya’ya yayılırken ve 1918’de Bakü’yü alırken de kıyım uygulamalarına devam ettiler.

Sadece Alman emperyaliziminin değil, İttihatçıların da bir “Drang nach Osten”i (Doğu’ya Yayılma Dürtüsü) vardı. Almanlar Doğu’ya yayılmak için İttihatçıları bir koçbaşı olarak kullanıyordu. Kayzer II. Wilhelm, daha sonra ABD’nin komünizm karşısında İslam faktöründen yararlanmak istemesi gibi, “Cihat” olanağından emperyal rakiplerini sömürgelerinde yıkmak için yararlanmak istedi.

İttihat Terakki içinde de elbette farklı kadrolar vardı. A takımı yenilince, siyaseti yürütmeyi B takımı üstlenecekti. Parti içinde Alman yanlısı olanlar gibi, İngiliz yanlısı olanlar da vardı. Bu kadroların varlığı, harekete ilerde daha geniş manevra olanağı sağladı. Ama nasıl Demirel bir emanetçi olduğu halde, DP’nin siyasal mirasını çaldı ise, Kemalizm de, o dönemdeki dünya konjonktürüne uymayan Turancılık faslını terk edip, İttihatçılığın siyasal ve toplumsal mirasını çalacaktı (sf.10).

  1. yüzyılda devam edebilen ve Ankara ile İttifak kuran Kürt feodalizminin, ağalığının, şeyhliğinin kökleri bakımından da buralara uzanan izler bulabilirsiniz. 19. Yy. Sonunda, Ermeni sorununun en önemli başlıklarından bir de, topraklara el konulması idi. Topraklara, binalara, servet ve zenginliklere el konulması ve bunların devralınması da, yeni yönetici elitin maddi zeminini oluşturdu. “Hamal”ların, “kâhya”ların, “bakkal”ların, Anadolu eşrafının, eski zabitlerin iş âlemindeki “parlak” başarı öyküleri dinleniyordu artık.

Ama üreten ya da yaratan için değil, el koymasını, gasp etmesini bilen için ama bunlara sahip olmak yetmiyordu ne yazık ki, bir de “know how” diye bir olgu vardı. Ve Türkiye 60’lara kadar statik bir toplum olarak kalacaktı.

Bilindiği gibi İttihat ve Terakki iktidarı doğrudan belirleyebilme-atama gücüne sahip olmasına rağmen örgütlenme mantalitesinin doğal bir sonucu olarak iktidara açık/legal bir şekilde gelmeyi kendisini tümüyle güçlü hissetmediği zamanlar dışında tercih etmemiştir. “Gizli” bir merkez-i umumi tarafından yönetilen partinin örgütlenme yapısı kendi devlet kurgusuna da birebir uyarlanmış ve bu nedenle de merkez-i umumi açık yönetimden ziyade gizlide kalmayı yeğlemiştir. 1913 yılında parti sadrazamlık görevini Kamil Paşa’dan alıp Abdülhamit döneminin hafiyelik sisteminin planlayıcılarından biri olduğu hep unutturulmak istenen ve daha çok 31 Mart olaylarında “hareket ordusu” komutanlığı ile ön plana çıkan Mahmut Şevket Paşa’ya verirken genel “teamüllerine” uyup gizliliğini özenle sürdürmektedir. Bu gizlilik durumu Babıali Baskını adı verilen bir hükümet darbesi ile Ocak 1913’te Kamil Paşayı istifaya zorlayıp /devirip yerine bir başkasını Mahmut Şevket Paşayı geçirme işine engel oluşturmamaktadır.(sf.19, Başkaya, Sait Çetinoğlu, Resmi tarih tartışmaları). Gizli yapı korunurken daha doğrusu böyle bir gizli yapının korunmasına özen gösterilirken tanınmış birçok İttihatçı bu baskına katılmışlar, iktidar değiştikten sonra gizli örgüt yaşamlarına devam etmeyi tercih etmişlerdir! Ancak hükümetin yenilenmesi ülkedeki siyasi kaosun ve ekonomik durumun düzelmesini sağlamamıştır. Doğal olarak…! Diğer taraftan böyle bir iyi niyetin de varlığının sorgulanması gerekmektedir. Aradan geçen birkaç aylık sürede gelişen olaylar partinin merkez-i umumisinde bazı kararların alınmasına neden olmuş olmalı: Mahmut Şevket Paşa’ya düzenlenen bir suikastın ardından parti açık bir şekilde iktidara gelir. İttihat Terakki’nin bu suikastın ardından gücünün mutlaklığına inanıp iktidara açık bir şekilde geldiğini onlarca muhalifini sorgusuz sualsiz- ve yargısız idam ettiğini ve yüzlerce muhalifini gemi ambarlarına doldurup yüzlerce adi suçlu ile birlikte Sinop’a sürgün ettiğini anımsarsak sorumuz bir yanıta ulaşabiliyor. Kimi resmi tarih yazarları arasında da bu cinayetle ilgili olarak yukarıdaki yaklaşımın çerçevesinde yorumlarda bulunulduğunu anımsatmakta yarar var; örneğin Tuna’ya önce sorar ve ardından yorumunu yapar: “İttihatçıların Babıali baskını ile ele geçirdikleri iktidarı temsil ile görevlendirdikleri Mahmut Şevket Paşa’ya karşı bir suikast yapılacağından haberleri var mıydı? Kendisine haber vermişler midir? Yoksa bildikleri halde Paşa’dan kurtulmak için gevşek mi davranmışlardır?” hiç kuşku yok ki kurtulmak istenilen yalnızca Mahmut Şevket Paşa değildi, onun ölümü ile mutlak/legal iktidar kapısının ardına kadar açıldığını tekrarlamamız gerekiyor.

Birine zarar vermek için düzenlenmiş hareketlerin tersine dönüp ona yarar sağlaması karşısında bunun, aslında onun düzeni olması gerektiğini savunan kuram gereğince, Mahmut Şevket Paşa suikastının İttihat ve Terakki tarafından bilindiği, fakat ses çıkartılmadığı yönünde görüşler vardır… İttihat ve Terakki’nin sivil kanadının Mahmut Şevket’le olan uyuşmazlıkları dolayısıyla, Paşanın aradan çıkmasının-olay, İttihat Terakki’nin sivil kanadının Mahmut Şevket’le olan uyuşmazlıkları dolayısıyla, Paşanın aradan çıkmasının- olay, İttihat ve Terakki’nin iktidarını sarsmadan, hatta onu kuvvetlendirerek oluştuğuna göre- onları sonradan memnun etmiş olması da ayrı bir konudur. Hatta Edirne’nin geri alınması konusundaki tutumu dolayısıyla İttihat Terakki’nin asker kanadının da bu ölüme fazla üzülmediğini tahmin etmek mümkün görünmektedir. Bu ve benzeri yorumlarla sorumuzun yanıtına kesin olmasa bile kısmen yaklaşmak olanaklı olabilmektedir. İktidar bir sene içinde bir dizi komplo ve cinayetle iki kere el değiştirmiş görünmekle birlikte gücünü hep koruyan İttihat Terakki olmuştur. Vurgulu bir tekrar yaparsak o zamana kadar devleti taşeronları aracılığıyla yöneten İttihat ve Terakki Partisi, hala aydınlanmayan ve anı yazıcılarının tümüyle bilinçli olduğundan emin olduğumuz çelişkili anlatı, anı ve ifadeleriyle içinden çıkılmaz bir sırra dönüşen Mahmut Şevket Paşa suikastının ardından, açık bir şekilde iktidara gelmekte bir sakınca görmemiştir. Burada “sakınca görmeme” durumuna dikkat çekmek gerekir, çünkü kimilerinin “derin devlet” diye adlandırdığı unsur için bu özel bir durumdur. Bir kanıya göre Mahmut Şevket Paşa’yı İttihat Terakki öldürmüş –öldürtmüş- böylece fiili iktidarına hukuki bir meşruiyet sağlamıştır. Bunun tam tersi bir yoruma da ulaşmak olanaklıdır:

Mahmut Şevket Paşa’yı İttihat ve terakki öldürmüş-öldürtmüş- böylece hukuki iktidarını fiiliyata dönüştürmeye meşruiyet kazandırmıştır. Tarih, tarihimiz okunduğunda her iki durumun da birbiriyle çelişmediği anlaşılabilecektir, özellikle de siyasetten katl geleneğimiz geniş ölçekli bir okumada gözden geçirildiğinde, Mahmut Şevket Paşa’nın ölümüne her benzeri ölümde olduğu gibi timsah gözyaşlarının bolca dökülmüş olduğu yazılırsa sanırım tarihte tahrifatla suçlanmayız. Çünkü bu cinayet muhalefetin ortadan kaldırılmasının aracı olmuştur. 1913’le birlikte Türkiye’de kayıtsız şartsız kaydıyla yüzyıllık Tek Parti dönemi başladığında, muhalefetin tümü ya susturulmuş ya da sindirilmiştir. Ve İttihat ve Terakki’nin dile getirdiği gibi “bulunmaz meclisi mebussan” kurulmuştur. İşte bu türden bulunmazlık yüzyıllık geleneğin başlıca amaçlarından birisini oluşturmaktadır. Bunu gerçekleştirmesini sağlayan dönemeci tanımlar Mahmut Şevket Şevket Paşa’nın ölümü.(sf 21, Fikret Başkaya-Sait Çetinoğlu, Resmi Tarih Tartışmaları, Özgür Üniversite, Nisan 2007).

-DEVAM EDECEK-

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
216AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin