yaklaşımlarHalil PaşaEski bayramlar güzeldi, çünkü biz çocuktuk - Halil Paşa
yazarın tüm yazıları:

Eski bayramlar güzeldi, çünkü biz çocuktuk – Halil Paşa

Yeniçağ podcastını dinleyin

halilpasaEn çok neyi özler insan? Elbette çocukluk günlerini…

Hele de kuşağım gibi 50’sini aşmış ve de 60’ına merdiven dayamışsa eğer.

Ah ne günlerdi o günler.

Sanırdık ki biz annemiz ve babamız gibi öyle hemen yaşlanmayacağız.

Dedemiz gibi dökülmeyecek ve nenemiz gibi bembeyaz olmayacak saçlarımız.

Ölüm ise o kadar uzaktaydı ki bizden. Hiç hesaba katmadığımız bir şeydi.

Çocuktuk ve kendimize ait basit, saf ve bir o kadar da masum düşüncelerle o kadar doluyduk ki; çok az yer kalıyordu gündelik yaşamı ciddiye alacak dertlere.

Elbette evin “geçim derdi” ile ilgili olmak, kendimizi azade kıldığımız, bizim için birileri tarafından nasıl olsa ilgilenilen şeylerdi.

Bu nedenle geçimdir-ölümdür, bu gibi dertler; biz çocuk dertlerimizden olabildiğince uzak şeylerdi.

Benim ve kuşağımın çocukluk yıllarında bu adada bu kadar çok araba trafiği, insan kalabalığı, yapılaşma yoktu.

Lefkoşa’da apartman bile bir elin parmakları kadar azdı.

Bu nedenle benim ve babamın çocuklukları, bugünden çok daha sakin, nispeten daha yeşil, doğayla daha haşır-neşir bir ortamda geçti.

O yıllarda pek çok çocuk evinde bülbül beslemek için ilkel aletlerle ovalarda bülbül avı için saatlerce güneş altında bekleyecek, dereden kurbağa ve tosbağa avlamak için derenin yeşile çalan sularına girecek kadar tabiatın içindeydi.

Okul dönüşünde boyumuz kadar ekinlerin arasından dakikalarca yürüyerek eve gidecek, tarlalarda ovunan midemizi ekşilice ve lapsana toplayacak kadar tabiatla haşır neşirdik.

Bizim zamanımızda çiçekler, çiçekçiden satın alınmazdı.

Zaten koca Lefkoşa’da arasan bir çiçekçi dükkanı ancak bulunurdu ya…

Laleyi ve nergisi ovalardan, gülü ve karanfili evlerimizin bahçelerinden toplardık.

Ve ilkokul sıralarında biz, öğretmenlerimizin vazolarını çiçeksiz bırakmazdık…

 

ÇOCUKLUĞUMUZDA SUYU ÇEŞMEDEN İÇERDİK 

Okulda, evde çeşmeye ağzımızı dayar kana-kana, doyuncaya kadar, içerdik…

Hiç unutmam 1973 yılında Türkiye seyahatinden dönen annemle babamın, gezilerini anlatırken içtikleri her şişe su için para verdiklerini anlattıklarına kulak misafiri olmuş, buna bir türlü anlam verememiştim.

Ne demek su parayla satılacaktı?

 

BAYRAM ŞAFAĞINDA CAMİ

Bayramın ilk gününün sabahı, yarını dini, yarı sosyal bir ritüeldi kuşağımın çocuklarında. Sabah şafak atmadan, henüz ortalık ağarmadan kalkardı erkek çocuklar sabahın köründe. Uykularına doymamış.

Uyanmak için yüzümüz yıkar da yıkar, gözlerimizi ovuşturur da ovuştururduk.

Evde kuraldı.

Camiye gitmeden bayram başlamış sayılmazdı.

Bu nedenle el öpmek için cami sonrasını beklemek gerekirdi.

Babamın ilk zamanlar Ortaköy’ün Marmara Bölgesinden Lefkoşa’ya gidip gelmek için o zaman oldukça yaygın kullanılan “solex” marka motorlu bisikleti vardı. Arkalığına oturur, sabahın soğuk serininde Lefkoşa’da o zamanki şeherlilerin yaygın deyişiyle “Aya Sofya Camisi”ne doğru yol alırdık.

 

CAMİDE VAAZ VE “BİSİKLET DUASI”…

Aya Sofya Camisinde İrşadi EFENDİ gündelik yaşamdan vaaz verirdi.

Akılmda kalan sözlerini: “Vatanını, milliyetini bayrağını sev. Çok işleyeni, kanaatkar olanı, azla yetinmeyi bileni Allah sever…”

Sesini çok iyi kullanır ve camiye toplanan cemaate kendisini can kulağıyla dinletirdi.

Her bayram sona doğru sesini yükseltir, camideki kalabalığı azarlayan bir üsluba ile; “geçen bayramkı gibi öyle namazdan sonra hemen camiyi terk etmeyin. Bir yarım saat daha kalıp hutbeyi olsun dinleyin yahu. Bir daha söylüyorum, geçen yıl olduğu gibi öyle ‘hurrraaa’ kapılara gitmek yok ha!” sertçe ikaz ederdi.

Sonuç mu?

Ol andaki “Cemaaat-i Müslim”in yarıdan çoğu, İrşadi Efendiyi kızıdıracak ve bir sonraki yıl vaazını benzer şekilde tekrarlamaktan onu mahrum kılmayacak şekilde, hurrraaa kapılara yönelirdi.

Ben namaz kılmayı bilmezdim.

Her çocuk gibi camideki cemaat gibi eğilip kalkardım.

İlkokulda Hasan Örek hocadan ezberlediğim Arapça duaları okur dururdum.

En çok ne mi isterdim?

Bisiklet…

Ama spor olanından ha…

Hani yarışlara katılmak için…

 

DİLBER TEYZEM

Yakın doğu bankası ile eski Cemaat Meclisi binalarını geçerek Lokmacı’ya doğru yürüdüğünüzde sağ kolunuzun üzerinde bir kahvehane görürsünüz. Onun da hemen güneyinde bölünmüş irili ufaklı sıra-sıra sıvaları dökülen, ikinci kattaki panjurları yıpranmış çirkin dükkanlarla göz göze gelirsiniz. 1960’lı yıllarda bu küçük dükkanlara bölünmüş yapı, çok şirin, otantik, geniş iç avlusunda turunç ağaçlarının bulunduğu, iki katlı bir oteldi.

Annemin teyzesi ve dolayısıyla benim de büyük teyzem, tüm esnafın “Dilber aba” diye bildiği yaşlıca bir kadın tarafından işletilirdi.

Büyük teyzem aynı zamanda şeherin ilk meyhane işleten kadınlarındandı da…

“Ekmeğini taştan çıkarmak” sözünü duyduğumda ilk o canların gözlerimin önünde…

Neden anlattım bütün bunları?

Çünkü babam ile ilk bayramını kutladığımız kişi Dilber teyzem olurdu.

Babamdan önce ilk bayramlığımı o verirdi bana. Bir yüzünde iri boynuzlu bir muflonun, diğer bulunduğu çifte (iki) şilindi bu.

 

BAYRAMLIKLAR

O çifte şilin o günlerde bir memurun, ya da bir ırgatın günlük kazancının aşağı yukarı onda biriydi.

Bir sandviç yanında iki şişe kola içebilirdiniz.

İki şilinin bugünkü asgari ücrete göre (aylık 1500 TL-günlük 50 TL)

Yani onda biri 5 TL’ye denk bir rakamdı.

1960’lı yıllarda, hatta 1970’li yılların başında, Çifte şilini alan bir çocuğun sevinçten gözleri parlardı.

Bugün o çifte şiline denk gelen 5 TL bayramlık vereceğiniz bir çocuğun daha ilk saniyeden hayal kırıklığı yaşadığına şahit olursunuz…

Bayramlık olarak çocuklara 50 TL ya da 100 TL verildiğine çok sık rastlıyorum bugünlerde.

Yani asgari ücretin bir günlüğüne karşılık gelen bir yevmiye.

Peki neden?

Çok basit…

Çünkü o yıllarda fakirlik vardı ve örneğin ben ne ortaokul ne de lisede iken arkadaşlarımla bir restoranta yeyip içmeye gittiğimi hatırlamam.

Envayi çeşitte cep telefonları daha keşif aşamasında bile değildi o yıllarda. Ne MP3 ve MP5 çalarlar, ne bilgisayarlar, ne bu kadar çok çeşitte mal. Supermarketler değil, mahalle bakkalları vardı. Ne yazar kasa, ne hesap makinesi…

Kara kaplı kalın bir bakkal defteri ve bir de kalem…

 

BAYRAM YERLERİ

Şeherin bayram yerlerinde yılın diğer günlerinde olmayan büyük kayık şeklinde salıncaklar, dönme dolaplar, çarpışan arabalar, aynı mekanda dönüp dursalar da havalanan uçaklar, susta ile çekilen bilyenin gidip duracağı rakamla satın aldığınız kart üzerindeki rakamın eşlemesi halinde kazanacağınız, şimdiye göre çok naif, ama o günlerde rüyalarınızı süsleyen hediyeler…

Yağda kavrulan felafaller, bulgur köfteleri, lokmalar ve şamişiler…

Yapış-yapış pamuk şekerleri ve dondurmalar…

Biz çocuklar için büyük heyecan duyduğumuz, en büyük eğlence yerleriydi.

“Bugünün batılı çocukları için Disneyland neyse, 1960 lı yıların Kıbrıslıtürk çocukları için de şeherin bayram yerleri oydu” dersem abartmış olur muyum bilmem?

Ama oydu işte…

Bir de nedense Lefkoşa’da bayram yerleri tarihi süreç içerisinde sürekli yer değiştirdi.

Annem ve babamın zamanında bayramlar Dikilitaş’ın orada, Sarayönü Meydanı’nda kutlanırdı.

Aplalarımın zamanında önce İnönü Meydanı’na kaydı bayram yeri.

Sonra Hisarüstü’ne yani Mücahitler Sitesinin olduğu mahalleye geçti.

1960’lı yıllarda, yani benim çocukluğumun bayram yeri, Yusuf Kaptan Sahası civarından başlayarak o yıllarda Londra Pastanesi olarak işlev gören yer ile Kıbrıslıtürklerin tek doğru dürüst lokantası ve aynı zamanda düğünlerin de yapıldığı bir mekan olan Çağlayan Gazinosu arasındaki güzergaha taşındı ve 1974 yılına kadar da öyle sürdü.

 

BABAMIN CİNCİRAKLARI

Babam bayram yerinin bugünkü İnönü Meydanı (eski Girne Kapısı-hp) ile Hisarüstü (Mücahitler Sitesi-hp) alanlarında yapıldığı 1940 ve 50’li yıllarda bayram yerlerinde kurduğu cincirakları vardı.

Ben henüz doğmadığım için yetişemedim ancak ablalarım yetişmiş.

İki ucu sivri bir kayık şeklinde saçtan ve ahşaptan yapılmış, aynı anda iki kişinin karşılıklı olarak oturacağı salıncaklar düşünün. Her bir kayığın zincirler ve halatlarla bağlı olduğu kalın ve yüksek tahtalar üzerine tutturulduğu bu salıncaklar bugünün “Gondol”unun minyatürü gibi görünseler de çok ilkeldiler.

Salıncaklar tamamen manuel, yani insan gücüyle çalışıyorlardı.

Başlangıçta birileri salıncağı arkadan itiyor, sonra içindekilerin “kopça atması”, yani ileri-geri hız vermesiyle, “cincirak” denen alet oldukça yükseğe çıkıyordu.

Daha çok gençlerin bindiği cinciraklar, yan yana sıralı olduğu için, “en yükseğe kim çıkacak?” rekabetlerine yol açan, daha çok erkek olan gençler arasında kendiliğinden iddialaşmalara yol açtığı için olmalı, dönemin popüler bir eğlence arcıydı..

Babamın uzun yıllar bayram yerlerine kurup işlettiği cincirakların bir kısmı da döküm olan “kayık” kısımları dışarıdan ithal edilir, geriye kalan parçalarını ise babam ve çırakları bizzat kendileri kurarlarmış…

 

BAYRAM YEMEKLERİ 

Bizim evde bayramın ilk günü bol domatesli ve soğanlı ciğer kavururdu annem.

Sonradan “arpa suyu” ile “buğday maltı” üzerine tanıdık bir hocanın bulduğu pratik “içilebilir raporu” ile ramazan ayında “light-içiçi”liğe terfi edeck olan babam, o yıllarda ramazanı içmeyerek geçirdiği için, camiden sonra ilk iş olarak büyük bir keyifle, ciğeri konyağına meze ederdi.

Defne yaprakları eşliğinde “fırında patates” ya da genişve çukur toprak kaplarda “kuşbaşı etler eşliğinde bol kimyonlu soğan bastı” da, mahalle fırınına verilerek yapılan bayram ya da hafta sonu yemeklerdi.

 

BAYRAM TATLILARI

Ekmek kadayıfı, telli kadayıf ve güllaç…

Güllaç ince yaprak hamur arasına yerleştirilen ceviz, tarçın ve biraz da süt katılarak yapılırsa galiba çok lezzetli olurdu.

Kimi evde ise samsı (arası bademli Kıbrıs baklavası diye yazmış olayım-hp) yapılırdı.

 

ZAMANLA DEĞİŞEN BAYRAM KUTLAMALARI:

O yıllarda ne eğlence yeri, ne de dolayısıyla bugün gibi pek çok eğlence çeşidi vardı.

Bu kadar çok otomobil de yoktu.

Büyük köylerden sabah gelip gece dönen “bus”lar vardı sadece.

Köylüler işinde gücünde ve yaşam çetin bir insan gücü ile dönüyordu.

Bayramlar köylüler için şehirdeki akrabalarını ziyaret etmekte en büyük gerekçeydi.

Genellikle köylerden şehirlere bir akın olurdu.

Bus’lar dolar taşardı.

Akrabası olan olmayan, herkes köylerden şehirlere akın ederlerdi.

Hani bugünkü deyişle “bayram bahane, akrabalarla buluşmak ve bayram yerinde eğlenmek şahane” idi

Bayramın ilk günü köylerden şehere o kadar çok gelen olurdu ki, şeherin nüfusu artardı.

Çoğunlukla ilk gece herkes bir akrabasının yanında kalır, köyüne bir gün sonra dönerdi.

 

1963 BİR MİLAT MI OLDU?

Ancak 1963 çatışmalarıyla her şey allak bullak oldu.

1963 Aralığında çıkan çatışmalar sonrasında Kıbrıslıtürkler adanın %5’ine yakın bir mekanına, enklavlara sıkışmak zorunda kaldılar.

Eğlence yerleri yoktu. Doğru dürüst bir restoranları bile yoktu.

Bayram tebriği için de olsa 1963-67 yılları arasında barikatlarda Rum polisleri yoklama yaptığı için kimse bir gettodan diğerine sırf bayram tebriği için gitmeye, güvenli olmayabileceği nedeniyle pek de sıcak bakmazlardı.

1968’de kapılar serbestleştiğinde de aradan geçen 5 yılda herkes kendi enklavında kendi bayramını kutlamaya alışmıştı.

1974 sonrasında ise

O zamandan bu zamana, elli yılda çok şey değiştiği gibi bayramları kutlama şekli de değişti.

Lefkoşadan Mağusaya gitmekte zorlanan Kıbrıslıtürkler şimdi bayram deyince, binlerce kilometre uzaklıklardaki ülkelere, şehirlere seyahate çıkmaya başladı.

Bayram yerlerimiz ne o eski bayram yerleridir; biz de ne o çocuklar.

Anne ve babalarımız, eski arkadaşlarımız ve komşularımız, eski mahallelerimiz ve yaşamlarımız… Her bayram daha bir silikleşen özlemle andığımız kesik kesik hatıralardan ibaret…

Galiba her şey şarkıdaki o sözcüklerde saklı.

“Biz büyük ve kirlendi dünya…”

Kaynak: Bu yazı 20 Temmuz, Pazar günü Havadis’in Poli ekinde yayınlandı

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
218AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin