arşivUlus IrkadTarihe tersten başlamak -1- Ulus Irkad
yazarın tüm yazıları:

Tarihe tersten başlamak -1- Ulus Irkad

Yeniçağ podcastını dinleyin

İnsanlık tarihini değiştiren ilk devrim Fransız İhtilaliydi.İlk önceleri tüm insanlığın bir zaferi olarak nitelenen bu devrim daha sonra ulus-devletlerin oluşumuna yol açmaya başlar. Ulusçuluk yavaş yavaş ırkçılık ve şövenizmle izah edilir. Demokratik Cumhuriyet anlayışı artık güç kaybeder. Milliyetçilik, devletin ulus tarafından ele geçirilmesi anlamına gelir. Devlet hukuksal bir kurum olarak insan haklarını koruyacağını ilan etmiş olsa bile, onun ulusla özdeşleşmesi, milli bir özne olarak vatandaşla özdeşleşmesini gerektirir ve sonuç olarak bu, beraberinde, insan haklarının, milli öznenin haklarıyla veya milli haklarla karışmasını getirir. Üstelik, devlet saldırgan ve yayılma eğilimli bir ‘güç girişimi’ olduğu ölçüde, ulus, devletle özdeşleşmesi yoluyla bütün o nitelikleri emer ve yayılmayı milli bir hak olarak ve ulusun hedefleri için gereklilikmişçesine talep eder.

Devletin ulus tarafından ele geçirilişi, 1789’daki devrimci millet meclisinde ulusal egemenlik prensibinin ilan edilmesiyle başladı. Bu prensiple devlet, ulusun bir organı oldu. Kanunlar ve kurumlar ulusa hizmet ederken, ulusun kendisi de devleti meşrulaştırıyordu. Eğer mutlakiyette devlet, meşruiyetini Tanrı’dan alıyor idiyse, Fransız Devrimi’nden sonra Tanrı yerini ulusa bırakmıştı. Ulus dinin yerini aldı ve kendi dinini empoze etti; ulusal kurumlar diğer kurumlardan çok daha fazla önem kazandı.Bu aslında prensibin gerçekliğe dönüşmesi, totaliterliğin billurlaştığı noktaydı. Faşist devlet, ulusal devletin mutlaklaşmasından ileri geliyordu. Dolayısıyla da devlet- ulus ilişkisi, çağın en temel problemini oluşturuyordu. Arendt’e göre, milli haklar, insan haklarından kaynaklanmalı ve insan hakları milli haklara göre öncelikli olmalıydı. Dahası milliyet, devletleri düzenleyen bu prensip olarak değil, bireyin şahsi bir meselesi olarak algılanmalıydı.

Arendt’in eleştirisi, totaliterliğin sebeplerini, geçmişin mutlakıyetçi rejimlerinden değil, demokratik rejimlerde arayan bir gelenek yarattı. Fransız Devrimi’nin demokratik geleneğinde, “totaliter demokrasi”de, jacob Talmon, “Totaliter Demokrasinin Başlangıcı” (1952) adlı eserinde Avrupa tariihinin iki gelenek arasında, liberal demokrasi ve radikal demokrasi arasında bölündüğünü savunuyordu. Rousseauculuk ve jakobenizm ile beslenen radikal demokrasi, bütün toplumsal bünye üzerinde homojenleştirici bir güç oluşturuyordu. Bütün farkılılıkları, ideolojileri ve kimlikleri eşitleyerek genel iradenin egemen olmasını sağladı. Herşeyi politikleştirdi ve vatandaşların kişiliklerini genel ilkelere boyun eğdirdi. Vatandaşların bütün yaptıkları, ancak demokrasinin ilkeleri ve hedefleri doğrultusunda anlam kazanıyordu. Önceki yaşam koşullarının yeni prensipler doğrultusunda hizasıyla ve elit parlamentarizmden kitlesel demokrasiye geçişle birlikte, totaliter demokrasi hakim oldu. Bu da, ya yönlendirici ilkesi ulusun üstünlüğü olan faşizme ya da toplumun kurtuluşunu ilke edinen komünizme evrildi.

Ancak tayin edici olay veya milliyetçiliğin doğum anı, büyük Fransız Devrimi’ydi. Bu milliyetçilik, demokratik ve Aydınlanmacıydı ve Avrupa’ya devrimin yarattığı örnek ve Napolyon’un silahları aracılığıyla yayılmıştı. İster doğrudan Fransa’dan, ister Fransa karşısındaki mücadeleden ilham alarak olsun, milliyetçilik Avrupa’da zihinleri fethetti; fakat aynı zamanda başka geleneklerle de zenginleşti. Bu geleneklerin en önemlisi romantizmdi. Romantizm, ilk aşamasında (Herder) demokratik ve barışçıldı ve her halkın “ruhu” na saygı gösteriyordu. Fakat devamında Alman ruhu (Fichte) tarafından fethedildi ve büsbütün bağnaz bir hale geldi; nihayet 19. Yüzyıl sonunda reaksiyoner oldu. Batı Avrupa’da milliyetçilik, hükümetin iktidarını sınırlama ve siyasal hakları güvenceye alma amacını güden siyasal hareketti. Aksine, Doğu Avrupa’da, Batı Avrupa’ya kıyasla siyasal düşüncenin daha az gelişmiş ve sosyal yapının “geri” olduğu bölgelere ulaştı. Burada milliyetçilik öncelikle kültürel bir hareket, “şair ve aydınların rüyası ve ümidi” oldu  ve bu halkların “ruh”larına, şanlı geçmişlerinin dirilmesine ve dünyadaki “misyon”larına yapılan aşırı bir vurgu; aşağılık kompleksleriyle karıştı. Gecikmişlerin milliyetçilikleri daha güçlüydü. Milliyetçiliğin dönüm noktası ve onun liberal demokratik bir ideolojiden otoriter bir  ideolojiye, Batı’nın medeni milliyetçiliğinden Doğu’nun öfkesi burnunda ve abartılı milliyetçiliğine dönüştüğü tarih, “1848”dir. Demokratik bir milliyetçiliğin kurulması için son deneme o yıl gerçekleşmiştir. Bu devrimlerin başarısızlığı, Almanya’da olduğu gibi, milliyetçilik bayrağının reaksiyoner güçlerin eline geçmesi anlamına geliyordu. Milliyetçilik, 19. Yüzyıl sonlarında ırkçı teorilerle ve antisemitizmle, 20. Yüzyılda ise faşizmle karıştı. Bu reaksiyoner milliyetçiliklerin yayılmasına Pancermanizm, Panislavizm gibi pan-etnik hareketler de katkıda bulundu. Milliyetçiliğin, 20. Yüzyılda bütün dünyayı fetheden bir ideoloji olduğuna dikkat çeken Kohn, şu sonuca varıyordu:

“Dünya çapında ortak bir unsur haline gelmiş olsa da, milliyetçilik temelde bölücü bir güçtür; tahammülün ve uzlaşmanın liberal ruhu ve politik olmayan bir dinin hümanist ekümenizmi tarafından yumuşatılamaz. Ulusal egemenliğe ve kültürel farklılığa yapılan vurgu, halklar arasındaki işbirliğini pek de teşvik etmez…”

Not: Bu yazı Antonios Liakos’un “Dünyayı Değiştirmek İsteyenler, Ulusu Nasıl Tasavvur Ettiler?” adlı kitabından yararlanılarak yazıldı,u.ı.)

-DEVAM EDECEK-

 

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
233AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin