yaklaşımlarHalil PaşaTürkiye’yi "Sevmek" - Halil Paşa
yazarın tüm yazıları:

Türkiye’yi “Sevmek” – Halil Paşa

Yeniçağ podcastını dinleyin

Türkiyem…

Ben senin önce “gazeteci Metin Göktepe gözaltına bile alınmadı” diyen, polis tarafından karakolda dövülerek öldürüldüğü açığa çıkınca da olayı örtbas etmek için kaçarken “duvardan düşerek öldüğünü” iddia edip hala özür bile dilemeyen ne İçişleri Bakanı’nı ne de ona işkence yaparak ölümüne yol açan polislerini sevmiyorum. Üniversite yıllarımda gece Ankara’da, birisi okulumdan yedi devrimci öğrenciyi işkence ederek katletmekten sanık bir caninin, bir Mercedes’in içinde polis müdürü ve milletvekili ile basit bir kaza geçirdiğini söyleyerek sonradan Türkiye siyasal tarihine “Mafya-Emniyet- Siyasetçi Üçgeni” diye “kara bir leke” olarak not düşülen “Susurluk”çularını da sevmiyorum. Ayrıca sanki böyle bir olay olmamış gibi davranan sabık bakanlarını da, olayı sonuçlandıramayan Büyük Meclisi’nin milletvekillerini de sevmiyorum. Bir zamanlar sokak ortasında kurşunlanan faili meçhul cinayetlerin deşifre olmuş faillerine dahi golifa gibi yeşil pasaport ve silah taşıma ruhsatı dağıtan; hatta onlara yurt dışında devlet adına bombalama eylemleri yaptıran devletteki şürekasını da sevmiyorum.

Türkiyem…

78 kuşağımdan Filistin askısında koltuk altları patlatılan, cinsel tacizde bulunulan, elektrikli işkenceye maruz kalan tek sermayeleri onurları ve inançları olan yoldaşlarımı seviyor, asker polis ve rütbesi fark etmez tüm işkencecilerinden de tiksiniyorum.

“Ya Allah Bismillah- Allahü Ekber” diye tekbir getiren göstericilerinin emniyetini sağlayan, buna karşın en basit ekonomik ve demokratik talepleri için adım attığı anda işçi, memur ve öğrenci nerelerine rast gelirse gelsin aralıksız coplayan, yerlerde sürükleyen ve bu “zanaatını” büyük bir aşkla kendinden geçerek icra eyleyen güvenlikçilerinin televizyona yansıyan görüntülerinden, senin adına utanıyorum.

Bir zamanlar “demokratik ve özerk üniversite” için TBMM’de pankart açan öğrenci gençleri, gizli örgüt kurdular diye 96 yıla mahkum etmek isteyen; buna karşılık Abdi İpekçi cinayetinin ikinci önemli sanığını Türkiye’ye getirtip kısa sürede salıveren, sonra da benim ülkem Kıbrıs’ta kumarhane açmaya gönderen, Şırnak’taki kitapçı dükkanını bombalayan asker için “iyi çocuktur” diyen generalden sonra dava açan savcıyı mesleğinden eden, Ergenekon’u eleştiren yazar ve gazetecileri de “Ergenekoncu” diye içeri tıkan adaletini de sevmiyorum.

Dahası eroin, kumar ve kara para aklayan çetelerini protesto eden halkının ve sivil toplum örgütlerinin lambaları bir dakikalığına söndürme eylemini, bir zamanlar “Mum söndü oynuyorlar” diye aşağılayan sabık Adalet Bakanı’nı da sevmiyorum.

Türkiyem…

Asli görevi “yurdumu savunmak” iken, kerameti kendinden menkul “içimizdeki hainler” söylemiyle biz Kıbrıslıları korkutmaya çalışan ve kendi ülkemin müsteşarını “ulan bir numaralı memur” diye aşağılayan, bir Başbakanı’nı “Öyleyse Türklüğü’nü ispat et” diye azarlayan, diğerini de “Maaşın kaç?” diye ve kendisini eleştiren sendikacıları da “Güney’dekilere benziyorlar” diye hakarete yeltenen ve nihayet çözümü savunan sol parti ve dernekleri da her attığı nutukta “iç-düşman” olarak keşfeden ve adeta bir sömürgeci edasıyla adamın yarısına hükmeden ne generallerini ve ne de siyasetçilerini sevmiyorum.

Biliyorum ve eminim ki artık Başbakan Erdoğan ve etrafındakiler de beni ve ülkemin insanlarını sevmiyorlar. Daha iyi bir yaşam kalitesi için grev yapan memurumuzdan, öğretmenimizden, işçimizden hoşlanmıyorlar. Kendine özgü lehçesine, geleneklerine, davranış kalıplarına, bir arada oluşunun o özgün yaşam biçimlerine, velhasıl yüzyıllardan yoğrulup gelen kültürel şekillenmişliğimizin kendine haslığına zerre kadar ilgi dahi duymuyorlar. Bu nedenledir ki bizim kendi evimizin efendisi olma isteğine saygı falan da göstermiyorlar. Gösterseydiler eğer, koskoca Başbakan “Besleme” dediği Kıbrıslı Türklerden özür dilemez miydi? O eril söylemlerine ket vuracağını düşünüyorsaydı eğer, hiç olmazsa “dil sürçmesi” falan diyerek olsun gönlümüzü almaya çalışmaz mıydı sanki?

……………………………………………………

Türkiyem…

Bir zamanlar TRT’yi de kullanarak ülkemdeki seçimlere müdahale eden, Erdal Eren’in yaşını büyüterek idam emrini vermekle kalmayıp, “asmayalım da besleyelim mi?” diyecek kadar insan sevgisinden nasibini alamamış 12 Eylül Cuntacılarını ve darbeci generallerini de sevmiyorum. Ama sicilli bir faşist polis tarafından vurularak öldürülen arkadaşım ODTÜ’lü Sinan Suner gibi şimdi artık bir kısmı aramızda olmayan devrimcilerini, aydınlarını çok seviyorum.

Ecevit, Türkeş ve Erbakan gibi ne seçimle, ne de kendi gönlüyle parti başkanlığını bırakmayan ve ancak ölümün ayırabileceği ve beni de “stratejik çıkarlarının serhat boylarındaki bekçisi” gibi gören siyasi liderlerini de sevmiyor, ama kendi ülkesinin bu sömürgeci hallerini şarkıları ve türküleriyle eleştiren “Bandista” müzik grubunu çok seviyorum.

Türkiyem…

Rüşvet sözünün geçtiği her yerde, “rahmetli” Özal’ın milletin gözünün içine baka baka “Benim memurum işini bilir” diyerek yaktığı yeşil ışığın, Kuzey Kıbrıs coğrafyasının yaşamında nüksetmesinden korkuyor; Özal’ın “her milletvekili seçilebilmek için 500 milyon harcadı, bu parayı kurtarmadan hiçbiri erken seçimi kabul etmez” mantalitesinin benim naif adamın kuzeyine kadar sirayet ettiğini hisseder gibi oluyorum.

Sahi bizde milletvekili seçilebilmek için kaç para harcanıyor dersiniz?

Vekillerimiz seçilmezden önce harcadıkları parayı kurtarmak için mi seçilir seçilmez gümrüksüz ithal araba hakkını vermişlerdi bir zamanlar kendi kendilerine?

Yoksa milletvekili maaşlarındaki artışın bir çırpıda hemen oylanıp kabulünün altında yatan gerçek, harcadıkları paranın hemen kurtarılması operasyonu muydu?

………………………………

Geçenlerde sağcı bir partinin lideri, “Ayşe Evine Dön” ve “Ankara Elini Yakamızdan Çek” solcularına karşı, kendilerinin de katılacağı “2 Mart Mitingi”nde “Türkiye seni çok seviyorum” şeklinde pankart açmakla tehdit etti bizi.

Hemen orada aldığı cevap onu şaşırttı mı bilemeyeceğim!..

Ne yazık ki ülkemizin hem solunda, hem sağında ve hem de Kıbrıslı Türk vatandaşların genelinde sanki de üzerinde anlaşılmış gibi Türkiyeli nüfusa karşı genel ve önyargılı olarak bir çeşit “ayırımcılık ve nefret söylemi”  bir süredir devam ediyor. Elbette bunu görmezden gelmek, her şeyden önce hiçbir siyasi ahlaka sığmaz. Ancak bilelim ki birçok Kıbrıslı siyasilerimiz de, bir yandan büyük çoğunluğu eğitimsiz ve yoksul olan bu insanların sadece karıştı(rıldı)ğı kriminal olayları ileri sürerek, onlara baş belası ve iflah olmaz varlıklar olarak bakılmasını ve toplumda bir “nefret söylemini” gizliden gizliye körüklüyorlar. Ancak diğer yandan da gerek sağda gerekse solda seçilmiş siyasilerimiz de, bu insanlara ve sorunlarına zerre kadar ilgi göstermeyen Türkiye devleti ve hükümetine siyasi eleştiri yöneltmek şöyle dursun birçoğu siyasi dalkavukluk yapmaktan bir an olsun geri kalmıyorlar.

Ne desem ki? Sadece sağcıları değil, ruhunu AKP’ye emanet etmiş “solcuları” da hala öğrenememişler biz Kıbrıslı solcuların Türkiye sevgisini!..

Sanıyorlar ki bu adanın Kuzeyinde yaşayan “Kıbrıs Türk Solu”nun, “Türk” kelimesi ile “Türkiye” sözcüklerine özel bir takıntısı vardır.

Bu konuyu bir de kendi üzerimden yazayım bari de belki anlaşılır…

Türkiyem…

Ben, öğrenciyken kendimin de işportacılık yaptığı bu ülkenin, sakız, çiçek, kağıt mendil satan, ayakkabı boyayan, erken büyümek zorunda kalmış “işportacı çocuklarını” çok seviyorum.

Depremde köylülerin imdadına koşan jandarmalarını da, sokağa ya da bir cami önüne terk edilen bebelerin birkaç günlüğüne olsa da karakolda bakımını üstlenen polisini, “kuma” olmaya zorlanan ve koca dayağından bunalan, nihayet töre cinayetlerinden kaçan daha oyun çağında o gencecik kadınlarını da çok seviyorum.

Bir zamanlar devrim yapmak için yola çıktığım, yerin yedi kat dibinde çalışan madencilerini, yoksul köylerinden kopup göç ettikleri kent varoşlarında, bir gecede inşa ettikleri derme-çatma evlerde kalan acılı, yoksul gecekonducularını, sol kollarımız havada birlikte devrim andı içtiğim, öğrenci harçlığımı paylaştığım, birlikte hapis yattığım devrimcilerini de çok seviyorum.

Kazdağlarını ve Bergama’yı siyanürlü altın arayıcılarından kurtarmaya çalışan çevreci dostlarımı da, Ankara’nın göbeğinde “Besleme değil öz kardeşimizdir” diye pankart açıp yürüyen 78 kuşağından yoldaşımın oğlunu da çok seviyorum.

Türkiyem…

Kendi yurdumda, ne karakola düştüm ben, ne de polisten dayak yedim henüz. Hapis de yatmadım. Ama sokaklarını devrim afişleriyle donattığım İzmir ve Ankara karakollarında birkaç kez de olsa sabahladım. Sıkıyönetim döneminde Askeri Cezaevlerinden sinemadan bozma “Eti-Mesgut Zırhlı Birlikler Tugayı Hapishanesi”nde de yattım, ünlü “Mamak Askeri Ceza Evi”nde de. Hem de birkaç gün değil birkaç ay…

Cop ve dipçiği de orada tattım ben.  Bir hafta sonu Trabzon’un Of kasabasındaki ailesini ziyarete giden yurttaki oda arkadaşım Metin bir daha dönmedi okula. Ülkücüler tarafından vurularak öldürüldüğü haberi, birkaç cümleden ibaret küçük bir ayrıntı olarak verilmişti gazetelerde.

Uzatmayayım. Hiç pişman deyilim Türkiye’deki geçmişimden. Çünkü sadece “karanlık” yüzünü görüp tanımadım ben bu ülkenin.

Cumartesi annelerinin daha sevmeye doyamadıkları ve derindeki devletin ellerinden aldığı o saf, temiz, aydınlık yüzlü fedakar, “arkadaş gibi arkadaş”, gencecik faili meçhul çocuklarını tanıdım ben.

Karanlığına karşı birlikte fedakarca mücadele ettiğim genç-yaşlı bu insanları tanıdıkça onları çok, daha çok sevdim. Çünkü hayatımda ilk kez devrim yapmaya, senin ülkende ve senin insanlarınla birlikte karar verdim.

İlk kez bir sol örgüte Türkiye’de katıldım. İlk yoldaşlarım Türkiyelidir benim. İlk afişlemeyi, ilk kez bir mitinge katılmayı, ilk defa duvarlara “devrim” yazıları yazmayı bu ülkede öğrendim. İlk kez İzmir’de geldim ölümle burun buruna ve birkaç metre ötemde vuruldu ilk Salihlili devrimci yoldaşım. Paramı önce okuldaki arkadaşlarım, sonra da hapishane komünündeki yoldaşlarımla paylaşmayı ilk kez Türkiye’de öğrendim ben. Ve ilk kez Türkiye’de yaşayarak gördüm bir cenaze töreninin nasıl ateşli bir mitinge dönüştüğünü. “Devrimciler Ölmez” diye slogan atmayı da, aradan birkaç gün geçtikten sonra ölümün ne kadar soğuk olduğunu da…

Yüzlerce insanın öldürüldüğü Maraş ve Çorum katliamlarını nasıl unuturum ki?

Türkiyem…

Kıbrıs’a dönünce de bırakmadı peşimi senin telaşın.

Sivas’ta ülkenin şairlerini diri-diri yakan yobazlarını gördüm televizyon ekranında. Nasıl unuturum itfaiyenin merdiveni üzerinde sille tokat tartaklanan Aziz Nesin’i.

Derken hem karanlık ve hem de aydınlık yüzünle Kıbrıs’ın kuzeyine gelip yerleştin. Görmezden, bilmezden gelsek de, kabul etmesek de bu adamızın Kuzeyinin bir gerçeği.

Bir evde birkaç aile ve 15 küsur nüfusla yaşayan yoksul insanların bizim gerçeğimiz artık. Yaz tatillerinde Anadolu’nun kasabalarından babalarıyla birlikte inşaatlarımızda çalışmak üzere kopup gelen o çocuk yaşında adamlar, erken büyümek zorunda kalmış çocukların ve yarım-inşaatların kapısız penceresiz cehennem sıcağı odalarında, beton zemine mukavva, tahta, battaniye, şilte serip babalarıyla uzandıkları mekanlar da bizim gerçeğimiz… Beni en çok üzen de, henüz oyun çağındaki çocuklarının adalı çocuklarımıza gıpta ile bakan üzgün yüzleri…

Neden çocuklar eşit doğmazlar ki?

Bu da hepimizin ayıbı…

Siz Lefkoşa’nın surlar içinde Abdiçavuş, Ayluga, Yenicami Mahallelerine hiç mi uğramadınız?

Panağra çıkışında makam arabalarınızın birkaç metre yakınından geçtiği, susuz-elektriksiz-tuvaletsiz yarım inşaatlarda yatıp kalkan işçiler de mi tanıdık gelmedi size?

Lemar Ortaköy arası trafik ışıklarında duraklayan arabalar arasında ellerine tutuşturulan kağıt mendilleri satmak için koşuşturan çocuklara da mı rastlamadınız hiç?

Türkiyem…

Dalkavukların “anavatanlı şükrana olan aşkı” benim kuşağımın Türkiye sevgisiyle boy ölçüşemez!..

Neredeyse 30 yılı aşkın bir süredir beni hala arayıp soran ve bana bu dünyada yalnız olmadığımı hissettiren kelleşmiş ve de saçları kırlaşmış, çocuklarının da yaşları üniversite çağını çoktan aşmış canım ciğerim Türkiyeli dostlarımı çok seviyorum.

Ama onlar ki vergiden muaf özel ödeneğini, yurt dışı harcırahlarını, otel masraflarını, cep telefonu harcamalarını, özel şoförü, özel sekreteri ve tüm masrafları devletten karşılanan binek aracının masraflarını o çok sevdiği devletine ödetenlerdir…

Onlar ki bir sonraki dönem seçilmezse alacağı tazminatı, emekli maaşını ve yeni başlayacağı işindeki olası ilave maaşını düşünüp kendine fedakarlık yapmaktan devlete fedakarlık yapmaya bir türlü vakit bulamayanlardır…

KTHY’nin zarar ettiğini bilip gördüğü halde, batacağını bile-bile, müdür ve amirlikleri siyasi bir ulufe gibi sunmaktan, şirket batınca da timsah gözyaşı dökmekten kaçınmayanlardır…

Ki bir MOK’a başkan olabilmeyi, ilkokul mezunluğuna kadar indiren bir siyasi zihniyetin korkak ve basiretsiz yağdanlıklarıdır…

Onlar ki ülkeyi ne kadar kötü yönettiklerine bakmayıp, tüm suçu sadece ve sadece eylem yapan “tembel” memur ve melun öğretmen ile üç beş sendikacıya yıkmaya çalışanlardır…

İşte ben Türkiyeli yoldaşlarımı kendi ülkemin böyle siyasilerinden daha çok seviyorum.

Neden ikide bir de “Anavatan’a Şükran” çekildiğini hala daha anlayamadık mı bu ülkede?

Biz Kıbrıslılar “siyasi körler” yoksa “okumuş cahiller” miyiz?

Yoksa kendi küçük kişisel çıkarlarımız için ülkemizin kuzey yarısının içine edilmesine aracı olacak kadar bencil ve ikiyüzlü müyüz?

………………………………………….

Parayı kapınca “Anavatana Şükran”.

Kendi ülkesinin çocuklarının yoksul hal-i pür melalini görmeyen, bize de “besleme” diye hakaretler yağdıran, sonra da buluğu tek mazeret “küfürlü pankart”la bizi sövgü yağmuruna tutanların, dillerine çeki düzen vermeleri gerektiğini söyleyecek yerde, ah o küfürlü pankartlara ne kadar çok üzüldüklerini huzura çıkıp dillendirmeleri var ya…

Düşündükçe düşünemiyor adeta “tilt” ediyorum.

Ha bir de sol gösterip sağ vuran, her fırsatta “provokatörler” nakaratıyla sloganını dahi onaylamayınca kendi solunu aşağıladığı yetmezmiş gibi, bir de davetsiz misafir misali uçağa atlayıp soluğu Ankara’da huzurda alan, o enseyi çoktan karartmışların “Anavatan’ın yeni aşıklarını” da sollayarak Türkiye’yi sevmek…

Bizde koltuğun tadına bir kez varmış siyasilerin o bildik “Anavatan’a olan şükranı ya da sevgisi” ile kendi kuşağımın Türkiye sevgisi arasındaki farkı size başka nasıl yazıp anlatsam ki???

 

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
216AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin