kızıl yeşilSarı Türk Solu: Toplumsal Kökeni, Temel Özellikleri ve Siyasal İşlevi - Mehmet...
yazarın tüm yazıları:

Sarı Türk Solu: Toplumsal Kökeni, Temel Özellikleri ve Siyasal İşlevi – Mehmet Uğur – Mesele Dergisi

Yeniçağ podcastını dinleyin

Giriş

Evet, dağ fare doğurdu: tarihle/tarihimizle yüzleşmek, solu yeniden tanımlamak, demokrasiyi genişletmek ve içselleştirmek, Stalinizm’den arınmak, azınlık haklarını mücadele gündeminin temel bir bileşeni haline getirmek gibi tezlerin yeni bir sol perspektife yol açamayacağı belli oldu. Biraz da bunun hırçınlığıyla bu tezlerin sahipleri, başarısızlıklarını iflah olmaz ‘geleneksel sol’a fatura edip yeni bir ayrışmanın kaçınılmazlığını ilan ettiler.

Bu durum üç soruyu kaçınılmaz kılıyor: Birincisi, ‘yeni’ sol inisiyatifinin başarısızlığının sebebi tezlerin kendisi mi? İkincisi, bu başarısızlığın sebebi, eski solun iflah olmazlığı mı? Üçüncüsü, acaba yeni solcuların muhalefet anlayışları hem kendileriyle hem de dillerine doladıkları tezlerle ilgili ciddi bir inandırıcılık sorunu mu yarattı?

Bence sarı solun başarısızlığı ve hırçınlığının ne yeni tezlerle ne de eski solun iflah olmazlığıyla ilişkisi var. Sorunun kaynağı, yeni solcularımızın muhalefet anlayışlarının yanlış olması, daha doğrusu, geçmişte Kemalizmi, bugün AKP’yi üreten ekonomik-siyasal-kültürel sisteme ve onun hegemonyasına muhalif olmamasıdır.

Bunu aşağıda açacağım, ama burada sarı solcu olmanın kendilerini getirdiği bariz noktayı belirtmek gerekiyor: Sarı sol, günün hükümetinden ve bu hükümetin temsil ettiği yükselen güçlerden bol bol taltif alırken, eski sol tarafından kabul görmemekte, ‘sokak’la arasındaki mesafe giderek açılmaktadır.

Sarı solcularımız ‘bu işte bir terslik var’ diye kendilerine çimdik atmaktansa, hıçınlıklarını yeni bir düzeye yükseltmekte; kendileri farkında olsun olmasın, toplumsal meşruiyeti muhalifliğine değil iktidara/güçlü olana yakın olmasına bağlı yeni bir ‘sol’ türü yaratmaktadırlar.

Bu durum, Türkiye tarihinde çok yeni ve entersan bir durumdur. Öyledir, çünkü eskiden TKP hareketi, Milli Demokratik Devrimciler (MDD’ciler) ve bunlardan şu veya bu şekilde etiklenen bazı hareketler, belki de 12 Mart 1971 darbesine kadar Kemalizm’e potansiyel bir müttefik gözüyle bakmıştır. Ama bu ‘eski’ gelenek ile ‘yeni’ gelenek arasındaki benzerlik burada bitmektedir. Eskiden hem CHP hem de Demokrat Parti, solu sistem içine çekip ehlileştirmek değil, bastırmak yoluna gitmiştir. Bugünse AKP yeni solu ehlileştiriyor.

Bunda şaşılacak bir durum yok. Her iki dönemde iktidar sahipleri günün koşullarına uygun davranmışlardır. Eskiden Soğuk Savaş ideolojisi hakimdi, orta sınıfın ehli bir sol aracılığıyla sisteme eklemlenecek talep ve arzuları yoktu, sermaye egemenliğinden bu denli emin değildi, siyasal rejimler kırılgandı. Dolayısıyla, hatlar keskindi. Bu yüzden solu ehlileştirme veya sisteme eklemleme ne mümkündü ne de gerekliydi.

Oysa bugün yeni koşullar var. Köylülük yerine, büyüyen ve her siyasal partinin temsil etmek için çaba harcadığı bir tercih setine sahip bir orta sınıf var. Sermaye, egemenliğinden çok daha emin. Hatta bu egemenliğin hem bir gereği hem de bir yansıması olan neo-liberal ekonomi politikaları, pazardaki tek maldır.

Entelektüel veya siyasal düzeyde sistem-karşıtı muhalif duruş yerine, saygınlığı orta sınıf duyarlılığına hitap etme yeteneğine bağlı duruşlar moda. Bütün bunların ötesinde, toplumsal-siyasal değişimin politik kırılmalara değil, iyi eğitilmiş yönetenlerin reform kabiliyetine bağlı olduğunu kabul eden bir anlayış hakim. Tabii ki bu durumda ehlileştirilmiş bir solun hem ortaya çıkması hem de sisteme entegre edilmesi düne göre çok daha mümkün.

İşte, Türkiye’nin yeni solcularının rengi (yani, sarılık) bu koşullardan kaynaklanıyor. Bu halleriyle, onlar sarı sendikacılarla aynı kaderi paylaşıyorlar. Bu kaderin bir boyutu, iktidarla arayı iyi tutmanın ‘kazanımlar’ ve ‘toplumsal saygınlık’ için elzem görünmesidir. İkincisi, güya haklarını savundukları kesimlerin (Kürt halkının, işçilerin, emekçilerin, vs.) sorunlarının kaynağının AKP iktidarıyla ilişkisinin reddedilmesi veya muğlaklaştırılmasıdır.

Onlar bunun yerine, AKP’nin Kemalist geçmişle yüzleşme ve burjuva demokratik devrimini tamamlama gibi alanlarda engin ufuklar açmasını vurgulamayı tercih etmektedirler. Dolayısıyla, tam da sarı sendikacılarda olduğu gibi, işçilerin ‘sağlığı’nın patronun ‘sağlığı’na, yani şirketin kârlı olmasına bağlı olmasıdır esas sorun.

Kuşkusuz, sarı Türk solcuları bu benzetmeyi sevmeyeceklerdir. Hatta bunu kendilerine karşı büyük bir haksızlık olarak algılayacak, modernize etmeye çalıştıkları eski kafalı solcuların ne denli iflah olmaz bir noktada olduklarının bir örneği olarak görecek ve resmen ifade etmeye başladıkları ayrışmanın ne denli gerekli olduğuna daha fazla inanmaya başlayacaklardır.

Ama bu yazı zaten onlar beğensin diye yazılmadı. Bu yazının amacı, iktidar destekli sarı solcuların, diğer solculardan farklarını ortaya koymak için yıllardır sürdürdükleri kampanyayı ve bu kampanyanın bugünkü sonuçlarını adlandırmaktır. Eğer bu türden bir sarı Türk solu kampanyası olmasaydı bu yazı yazılmazdı zaten.

Sarı Solcu Kimdir?

Türk sarı solunun bir bileşeni, Türkiye’de burjuva demokratik devrimin yokluğundan yola çıkarak, genel itibariyle muhafazakâr ve demokrasi derdi olmayan Türk burjuvazisine demokrasi konusunda adım attırmayı, böylece Türkiye’deki demokrasiye daha geniş bir taban ve daha uzun bir kalıcılık sağlamayı öngören kişilerdir.

Bu eski solcular Türkiye’deki demokrasinin kalitesizliğini bilirler ve eleştirirler. Hatta yazıları hep ‘Türkiye’nin garip halleri’ üzerinedir. Kitlesel sokak mücadelesini dolaysız olarak reddetmezler, ama hep bir eksiğini bulmaya, aşırılıklarını, toyluklarını ve popülizmini eleştirmeye özen gösterirler. Bunu yaparken de, demokrasi için geniş bir koalisyonun gerekli olduğunu, burjuvaziyi bu koalisyona çekmek gerektiğini yeri geldikçe belirtirler. AKP’nin anti-Kemalist söylemini bu açıdan kaçırılmaması gereken bir fırsat sayarlar.

Diğer bir bileşen, bugün eleştirdikleri eski solun olumsuz yönlerine dolaysız katkı yapmış, yani düşüncesi ve eylemiyle sol gruplar arasında çatışmayı körüklemiş, Türkiye’deki mücadeleyi şu veya bu ‘sosyalist’ ülkenin siyasal tercihlerinin bir türevi haline getirmeyi üstlenmiş eski Çinci veya Sovyetçi aparatçiklerdir.

Uzun bir süre sessiz kalmış olan bu kişiler, AKP’nin devlet iktidarının Kemalist kanadıyla kapışmasıyla birlikte tekrar siyaset yapma cesareti bulmuş ve mesajlarını anaakım medya üzerinden iletmeye başlamışlardır. Bu bileşenin yaptığı keşif şudur: Eski sol Türkiye gerçekliğinden kopuktu, elitistti, Kemalistti. AKP iktidarı eski solun bu paradigmasını dağıtmış ve Türkiye’de dincilerle birlikte yeni ufuklara açılmayı mümkün kılmıştır.

Üçüncü bir bileşen, içinde tek tük eski solcu olmakla birlikte, esas itibariyle 1980 sonrasında sol siyaset yapmaya başlayan medyatik şahsiyetlerden oluşur. Bu grubun ana özelliği, Marksizmle 1970’lerdeki hareketin bir parçası olarak değil, icra ettikleri meslekler sebebiyle tanışmış olmalarıdır.

Bu gruptaki akademik, sanatçı veya gazeteciler profesyonel hemcinslerine göre daha ‘sol’ ürünler vermişlerdir, sol kampanya ve hareketlere de katılmışlardır. Ama hep 1970’lerden kopuk olmanın beraberinde getirdiği bir meşruiyet sorunu çekmişlerdir. Bu meşruiyet sorunundan burada söz etmemin sebebi, bunun haklı temellere dayanıp dayanmadığı konusunda bir saptama yapmaktan ziyade, bir algı (perception) sorununa işaret etmektir.

Bu kesim, eski TİP benzeri bir hareketin mümkün ve gerekli olduğunu, bu tür bir hareketin kamuoyu vicdanına hitap edebileceğini, bu sebeple de Türkiye’deki sol adına önemli bir kazanım olacağını düşünür. Ancak, bu ‘yeni TİP’in’ geçmiş geleneği nasıl değerlendireceği, bu gelenekle nasıl bir bağ kuracağı ve eski TİP gibi nasıl kitleselleşeceği, eski TİP’in kitleselliğini nasıl kazanıp nasıl kaybettiği, vb. konularda kafaları açık değildir.
Bu kafa karışıklıklarını teşhis edip çözüm üreteceklerine, işlerinin hep dar kafalı eski sol yüzünden zora girdiğine inanır ve kendilerini geçmişten bu temel üzerinde ayırt etmeye çalışırlar. Sonuçta, onlar da AKP iktidarının ‘reform hamleleri’ne destek vermekten ve eski sola giderek daha düşmanca bir tutum almaktan başka bir şey üretemezler.

Toparlarsak, burada tanımlanan sarı sol gevşek bir koleksiyon/koalisyon. Bunun içinde, İslami veya dinsiz sermaye medyasında köşe yazarları ve yorumcuları, eski sol yayın organlarından birinin (Birikim’in) bazı katkıcıları, DSİP ve EDP gibi ‘yeni sol partiler’, bazı akademisyenler, eskiden sendika, meslek örgütü ve gençlik hareketine katılmış ama şimdi yeni bir ‘siyaset tarzı’ gereği duyan arkadaşlar, vs. var.

Yani, eskiden beri orta sınıfın ağırlıkla temsil edildiği Türkiye sol hareketinde olduğu, yeni bir orta sınıf fenomeniyle karşı karşıyayız.

Sarı Türk Solu ve Orta Sınıf İlişkisi

Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de birçok siyasal akım ve hareketin düşünce ve eylem kadrolarının en önemli kaynağı, orta sınıftır. Bunun sebepleri tartışılabilir, tartışılmaktadır da. Tartışma süredursun, ama şöyle bir saptama yapmak mümkün:

Orta sınıf sağ, sol ve liberal düşünce/eylem yelpazesinde en yüksek oranda temsil bulan sınıftır. Doğrudur; her tanımda olduğu gibi, orta sınıf tanımında da zorluklar vardır. Ama bu zorluklara ve bunların sebep olabileceği klişelere karşın, orta sınıftan söz etmek mümkündür.

Büyük sermaye ve büyük toprak sahipleriyle manüel işçi sınıfının dışında kalan, genellikle ‘profesyonel’ bir meslek icra eden, kendi içinde alt ve üst orta sınıf olarak da ayrılan, çoğu zaman mesleği gereği ülkenin formel politika belirleme sürecinde ya tasarımcı ya da icracı olarak görev yapan bir sınıftan söz edebiliriz.

Bu sınıfın en temel özelliklerinden birisi, icra ettiği mesleğe uygun veya bu mesleğe gelmesini mümkün kılan formel bir eğitimden geçmiş olmasıdır. Diğer bir deyişle, orta sınıf bireyin eğitimi ile mesleği arasında yakın bir ilişki vardır: Öğretmenin eğitim dalında, doktorun tıpta, mühendisin mühendislik alanında eğitim görmüş olması gibi. Tabii ki bu ilişki birebir değildir, ama diğer sınıflara göre çok daha belirgindir.
Bir yandan eğitim ile meslek arasındaki güçlü ilişki, diğer yandan orta sınıf bireyin eğitimden ekonomiye, oradan adli sisteme ve medyaya kadar uzanan birçok meslek alanıyla ilgili formel politika tasarlama ve uygulama süreçleriyle iç içe olması, orta sınıf bireyi ister istemez ‘fikir üretme’ye zorlar.

Onun bu özelliği, konuşma dilinde ‘geveze sınıflar’ (chattering classes) terimiyle özetlenir. Sermayedarlara veya işçi sınıfına kıyasla farklı bir durumdur bu. Sermayedarlar da siyaset, kültür ve ekonomiyle ilgili fikirler ‘üretirler’, ama bu fikirleri orta sınıfa ürettirirler –yani, bu işin taşeronluğunu orta sınıf kökenlilerin istihdam ediliği danışmanlık, lobicilik, hukuk danışmanlığı, think-tank, hatta üniversite araştırma birimleri gibi profesyonel hizmet birimlerine havale ederler.

Onlar zaten bu arada asli işlevleri olan sermaye birikimi ve kâr azamileştirmesi için gerekli ‘stratejik öncelikleri’ tek satırlık cümlelerle hukuk danışmanlarına, halkla ilişkiler uzmanlarına, operasyon menejerlerine, vs. dikte ettirmekle meşguldürler. Bu durumda orta sınıf ile sermayedarlar arasında bir işveren-hizmet sunucu ilişkisi söz konusudur.

Bu ilişkide sermayedar daha yüksek pazarlık gücüne sahiptir, ama orta sınıfın sunduğu hizmetleri es geçip kendi göbeklerini kendilerinin kesme lüksü yoktur. Diğer bir deyişle, işveren-hizmet sunucu ilişkisinde bağımlılık ilişkisi eşitsizdir ama tek yönlü değildir.

İşçi sınıfıyla orta sınıf arasındaki ilişki biraz daha karmaşıktır. Bir yanda, işçi sınıfı orta sınıfın ürettiği kültür, siyaset, moda, medya, eğlence gibi ‘hizmetler’in en kitlesel müşterisidir. Diğer bir deyişle, orta sınıfın sermayedarlar için sundukları hizmetlerin başarısı, yani ‘istihdam kontratlarının devamı’, sermayedarlar için ürettikleri hizmetin işçi sınıfı içinde ne denli sattığına bakar.

Ama işçi sınıfı orta sınıftan hazetmez, hatta orta sınıf bireylerin kendini beğenmiş, tepeden bakan ve ‘öğretici’ hallerinden nefret eder. Dolayısıyla, orta sınıfın genellikle müşteri konumunda olan işçi sınıfına karşı şirin görünmek gibi bir derdi de vardır.

Göründüğü gibi, orta sınıftan olmanın kendine göre rahat ve zor yanları var. Rahat yönler, hem sermayedarların hem de işçilerin orta sınıf hizmetlerine duyduğu talepten, yani orta sınıfın ‘aranan’ bir meziyet ve hizmet setine sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Zor yönler, biri yüksek satın alma gücü nedeniyle kaprisli, diğeriyse orta sınıfa karşı güvensiz olan iki tür müşteriyi aynı anda memnun etmeye çalışmaktan kaynaklanmaktadır.

Ama bu işin bir yönü –ve geleneksel Marksist tahlilin küçük burjuvaziyle ilgili bilinen saptaması. İşin diğer yönüyse şu: Bu toplumsal konumu sebebiyle orta sınıf, hem sermayedarları hem de işçileri ilgilendiren konu ve gelişmelere karşı hassas olmak zorundadır.

Hatta denebilir ki, orta sınıfın başarısı sermayedarlar ve işçilerle ilgili gelişmeleri, belki de bu sınıf aktörlerinden çok daha hızlı okuyabilmesi ve buna göre iyi satacak ‘çözümler’ veya ‘ürünler’ hazırlamasına bağlıdır. Bu hassaslık orta sınıf bireyin formel politika tasarlama ve uygulama süreciyle ilişkisiyle de birleşince, orta sınıfın neden düşünce ve eylem yelpazesinde en fazla temsil edilen sınıf olduğu konusu biraz daha açıklık kazanmış olur.

Sarı Türk solcuları kendilerini yukarıda özetlenen orta sınıf içinde görebiliyorlar mı, bilemeyiz. Ama ben kendimi ve 1970’lerde beraber çalıştığım solcuların hemen hemen hepsini bu resimde görebiliyorum –ve bunda utanılacak bir durum yoktur.

Tam tersine, bu tür bir ‘resimde kendini görme’ ezgersizi olan bu yaklaşım, Türk sarı solunun ortaya çıkışı ile orta sınıfın 1980’den sonraki evrimi arasındaki ilişkiyi anlamak açısından önemlidir.

Türk orta sınıfının 1980 sonrasındaki evriminde iki önemli değişimden söz etmek mümkündür. Bunlardan birisi, 24 Ocak 1980 kararları olarak bilinen neo-liberal projenin ve bu projenin otuz yıllık uygulamalarının Türk orta sınıfını nicelik ve nitelik açısından değiştirmesidir. İkincisi, yine kökeni 1980’lere uzanan ama bu sefer Fırat’ın doğusundaki Kürt hareketinin, Türk orta sınıf üzerindeki etkisidir. Bu iki gelişmeyi aşağıdaki satırlarda açmaya çalışacağım.

Değişen Orta Sınıf ve
Türk Sarı Solunun Ortaya Çıkışı

1980’den bu yana, piyasa ekonomisi ilişkilerinin yaygınlaştırılması ve piyasanın bireyler arasındaki ilişkilerde tayin edici faktör haline gelmesi, yalnızca Türk burjuvazisi için değil, Türk orta sınıfı için de muazzam fırsatlar sundu.
Çok kısa bir süre içinde ve Marksist solun fiziksel olarak elimine edildiği koşullarda, binlerce, hatta milyonlarca orta sınıf mensubu için neredeyse bir gecede büyük finans, imalat, ihracat, inşaat, hukuk, mali müşavirlik, vb. şirketlerinde ‘profesyonel’ hizmet verme, bu hizmetlerine karşılık anne-babalarının rüyalarında bile göremeyeceği miktarlarda ücret kazanma imkânı çıktı.

Bazıları birkaç ayda büyük bankacı, büyük ‘insan kaynakları’ uzmanı, büyük nakit akışı menejeri, büyük ‘hazine operatörü’ (yani, büyük repocu) oldular. Bazıları (özellikle genç kızlar/kadınlar) birkaç ‘deneme’ (audition) seansından sonra büyük televizyon veya müzik veya moda ‘ünlüsü’ oldular.

Diğer bazıları, eskiden bildiri veya çarpıcı sokak afişi yazmak için kullandıkları hünerlerini reklam şirketlerinde ‘metin yazarı’ veya ‘halkla ilişkiler’ alanında algı saptama ve belirleme uzmanları olarak sunmaya ve bunun için büyük paralar kazanmaya başladılar.

Bu değişimin sarı solcu üretmesi karmaşık bir süreçtir. Bir yandan sayıları ve hem maddi hem de entelektüel tüketim talebi yüksek bir ‘zümre’ ortaya çıktı. Bu zümrenin maddi tüketim talebini ve bu tüketim kalıplarının nasıl belirlendiği ve tatmin edildiği konusunu bir kenara bırakalım –bu başlı başına ayrı bir konu.

Esas derdimiz bu zümrenin ihtiyaç duyduğu entelektüel tüketim talebini -yani, ruhsal gıda ihtiyacını- karşılamaya yönelik politika, estetik, kültür üretimiyle ilgilidir. Bunu üstlenen orta sınıf profesyonelleri ağıyla ilgilidir.

Sarı solcular işte bu ağ içinde kendilerine bir köşe (niche) açmaya, kendilerinin de bir parçası olduğu orta sınıf profesyonellerinin ‘kaba tüketici’ bireyler olarak kendilerini heba etmesini önlemeye, onlara ‘toplumsal-siyasal-kültürel’ bir kendini tanımlama imkânı vermeye çalışıyorlar.

Bunu yaparken tabii ki bu işin masterını, doktorasını yapmış ana-akım profesyonellerle rekabet ediyorlar. İşleri kolay değil, yani. Ana-akımdan çok uzak bir ürün seti sunarlarsa, hurafe karakterler olarak algılanmaları, dolayısıyla piyasada marjinal kalma tehlikeleri var.

Buna karşı yapılacak şey, Hotelling’in 1929’da gösterdiği gibi, orta noktaya, ana-akıma yakınlaşmak. Yakınlaştıkça, ana-akımın marjinal müşterilerinden bazılarını çekme imkânı var. Baktınız bu yöntem çalışıyor, ortaya/anakıma doğru bir hamle daha ve bir miktar daha entelektüel müşteri.

Ama ana-akım profesyonelleri de enayi değil ki! Onlar da sağdan ortaya doğru kaymaya başlarlar ve sonunda Hotelling’i bile çileden çıkaran bir durum ortaya çıkar: Bütün şaraplar, konuşulan konular, ‘in’ ve ‘out’ olan modalar/klişeler birbirine çok benzer hale gelir. Yani, hayat tatsızlaşır. İşte, sarı solun kendini hapsettiği, oyunbozanlık ettiği için arkaik solu affetmediği oyun budur.

Kendini bu oyuna kaptıran sarı solun içinde tarihçiler, sosyal bilimciler vardır. Ama sarı solun tarihsel-eleştirel bir perspektifi yoktur –yani pragmatiktir, günlük politikaya endekslidir. Bu yüzden, içinden geldiği ve entelektüel tüketim talebini karşılamaya çalıştığı orta sınıfı bu noktaya getiren toplumsal-siyasal pratiklere kafa yormaz; onları sorunsallaştırmaz. Peki, bu topumsal-siyasal pratikler nasıl bir ortamda gerçekleşmektedir?

Tıkır tıkır işleyen bir piyasa, tüketicinin ‘gelirine uygun’ en optimal tüketim malları sepetini tüketebilmesi, sokağa çıktığınızda köylü kılıklı ve mentaliteli solcuların sonuç getirmeyen sokak arbedeleri nedeniyle tutuklanma veya yaralanma riskinizin çok az, iş veya hobi arkadaşlarınızla biraraya gelip günü hak edilen bir içkiyle kapatma fırsatınızınsa çok ve cazip olması. Yine, yıllardır muhalif ve azınlıkta olmanın beraberinde getirdiği sıkıntıları çekme yerine, ana kültürel/siyasal akımın içinde ve onun saygınlığını kaybetmeden bir ‘muhalefet’ imkânına sahip olmanın inanılmaz çekiciliği.

Ama bu huzurlu manzaranın üstünü örten, alttan alta yeni eşitsizlikler, haksızlıklar, kayıp hayatlar üreten dinamiği görünmez kılan peçeyi delen bir bakışınız yoksa…

Sarı solcular peçenin altındaki süreci tümden inkâr etmezler. Ama mağdurların bu sürece sokakta veya dağda verdiği tepkiyi çoğu zaman ilkel veya popülist bir ışıkta görürler. Kürt halkına ve siyasal liderlerine, yıllardır 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için mücadele edenlere, sözde anayasa referandumundan gözleri kamaşmayanlara, referandumla AKP’nin neo-liberal siyasal ve ekonomik gündemi arasındaki ilişkiye dikkat çekenlere, bu ülke AKP öncesine göre daha çok muhafazakârlaştı diyenlere, özelleştirme sonucu hak kaybına uğrayanların hak aramalarına, kısacası ileride Türkiye toplumunu uzun yıllar cendereye sokacak bu günahlar işlenirken sessiz kalmak istemeyen, böylece gelecekte sistemin meşruluğunu sorgulama hakkını başı dik bir şekilde kullanmak için risk alanlara ders verirler.

AKP iktidarının demokrasi alanında yaptığı ‘açılımları’ ön plana çıkarmadıkları için, bu kesimleri dar kafalı, Kemalist, demokrasi düşmanı olarak görürler. Ah şu demokrasi oyunu bir kök tutsa, askeri/Kemalist vesayet bir son bulsa!

Bundan sonrası kolaydır: Demokratik haklarıyla silahlanmış bir Türkiye, sarı solcularımızın entelektüel ve siyasal çerçevesini çizdiği bir mücadelenin içine girecek ve kitlelerin daha geniş bir ekonomik/siyasal/sosyal haklar demetine sahip olduğu bir ülke haline gelecektir. İşte, sarı solun ortaya çıkışı ile orta sınıftaki değişim arasındaki ilişkinin bir yönü budur.

Türkiye’deki orta sınıfı oldukça etkileyen diğer bir gelişme, bu sınıfın coğrafi olarak bölünmesidir –yani Fırat’ın batısındaki orta sınıfın, silahlı ve kitlesel Kürt hareketinin bir sonucu olarak Fırat’ın doğusundaki orta sınıftan ayrışmasıdır.

Sarı solcularımız Kürt hareketinin Kemalistler üzerindeki şok etkisinden ve AKP’nin Kürt açılımlarından söz etmeyi çok severler, ama bu gelişmelerin kendilerini nasıl etkilediğine pek değinmezler. Bence Kürt hareketinin Fırat’ın batısındaki orta sınıf üzerindeki en belirgin etkisi, hareketin kendi orta sınıfını yaratması ve bu orta sınıfın eskiden Türk orta sınıfın ürettiği siyasal ve kültürel ürünlerin yerini alacak, ilhamını mücadeleden alan yeni ürünler ve açılımlar üretmeye başlamasıdır.

Bugün Kürt politikacıları, aydınları, sanatçıları, hukukçuları, vs. evrensel boyutları ve yerel rengi birleştiren ürünler ve çözümler üretmekte; bu ürün ve çözümler hem Türkiye’de hem de dünyada ses getirmektedir. Bu gelişme sarı solculuğu bir tepki hareketi olarak teşvik etmiştir, çünkü Fırat’ın batısındaki orta sınıfın kültürel ve siyasal hegemonyasını sarsmış, onun içinden gelen sarı solcuların orta sınıfa özgü ‘en iyisini ben bilirim’ dogmasını yıkmıştır.

Bu sarsıntı karşısında sarı solcular, ‘Kürt sorunu’nu mevcut Kürt siyasal önderliğini marjinalize ederek çözmeyi amaçlayan bir tutum almışlardır. Bu tutumlarında, benzer amaçlar güden AKP iktidarının varlığından cesaret almışlar ve bu konuda AKP’yle kader birliği yapmışlardır.

Bugüne kadar, bu tutumları onları Kürt hareketiyle sokakta karşı karşıya getirmedi henüz, ama AKP’nin Kürt sorununu ‘çözmesi’nden sonraki dönemde, çözüm projesinin akıl hocaları olarak Kürtlerin gözünde pek de itibarlı bir yerde olma şansları yoktur. Bu yüzden, ‘Kürt sorunu’ sarı sol için zurnanın zırt deliğidir –yani AKP’nin bu konuda ‘başarılı’ olması, onların geleceği açısından yaşamsal öneme sahip bir zorunluluktur!

Kürt meselesinde sarı sol ile geleneksel Marksist sol arasında ciddi bir felsefi ve siyasal ayırım bulunmaktadır. Marksist sol, azınlık meselesinde renk körlüğüyle, yani kimlik temelli ayrımların önemini küçümsemekle eleştirilebilir. Ama ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi ilkesi dahil olmak üzere, cinsiyet, dil, din ve kültürel haklar gibi konularda sarı soldan daha cesur ve daha onurlu bir duruşa sahiptir.

Marksist sol bu konularda eşitlik ilkesinden yanadır ve mağdurların bu konularla ilgili pratik mücadelesini bastıran iktidarlara karşı muhalif bir tutum alır. Kısacası, patronluk taslamaz; iktidarın yedeğine girerek bu hareketlerin sisteme entegre edilmiş ve terbiye edilmiş hareketler haline getirilmesi projelerine destek vermez. Tam tersine, bu hareketleri iktidardan bağımsız kalmaya, iktidarın sunacağı bazı uzlaşma tavizleriyle yetinip daha güzel bir dünyanın kurulmasına yapabilecekleri katkıları çarçur etmemeye teşvik eder.

Türk sarı soluysa hem Marksist solun hem de azınlık hareketlerinin uzlaşmacı olmayan tutumlarını akılsızlıkla, demokrasi düşmanlığıyla, yani oyunun kendileri ve iktidar tarafından belirlenen kurallarına uymamakla eleştirir.

Görüldüğü gibi, orta sınıftaki değişim ve bu değişimin sebep olduğu yeni ihtiyaçlar, sarı solcuları Marksist soldan farklı bir çerçeve çizmeye yöneltmiştir. Bu yönelimin hem toplumsal-siyasal bir temeli vardır hem de bu temelde yapılan seçimlere entelektüel bir meşruiyet sağlama kaygısı söz konusudur. Hangisinin önce geldiği önemli değildir –önemli olan her iki yönün etkileşim içinde olduğunun bilinmesidir.

Bu anlamda konumu itibariyle orta sınıftan birisi olarak onları anlıyorum. Ama onları anlamam(ız), yaptıkları seçimlerin ve bu seçimleri meşrulaştırmak için geliştirdikleri kavramların kalitesiz, bencil, riyakâr ve verisel temelden yoksun olmadığı anlamına gelmez. Aşağıdaki satırlarda sarı solun seçimlerinin neden kalitesiz, bencil ve riyakâr olduğuna değineceğim.

Sarı Türk Solunun Seçimi

İster beğenelim, ister beğenmeyelim: 1970’ler, Türkiye tarihinde orta sınıf kaynaklı veya orta sınıf olmaya hazırlanan bireylerin en yığınsal bir şekilde Marksist solda yer aldığı, bu bireylerin bugün hâlâ varlığı inkar edilen veya ezilen/sömürülen geniş işçi, köylü, Alevi, Kürt hareketiyle -yani, alttakilerin hareketiyle- en dolaysız ve en organik bağları kurduğu dönemin adıdır.

Bu özelliğiyle de o dönem, eşitsizlik, militarizm, ulusal/etnik baskı, patriyarki, cinsel ayrım, vb. olumsuzluklar üzerine kurulu ve bu olumsuzlukları yeniden üreten rejimin transofrmasyonu açısından büyük bir şanstı. Türkiye’nin askeri ve sivil yönetici eliti ve ekonomik eliti, bu şansı siyaset sahnesine taşıyan aktörleri (hem bireysel hem de kurumsal olarak) ezdi geçti.

Ama hepimiz bu tarihin bir ürünüyüz bir yere kadar. Bu yüzden, hem ‘eski’ hem ‘yeni’ solun, hem de yenenlerin inşa ettiği ekonomik-toplumsal-siyasal yapının kökleri, bu 1970’ler dönemidir. Bununla birlikte, ortak bir tarihe sahip olmak sol içinde aynı seçimleri yapmak anlamına gelmiyor, gelmedi de.

Bugün sarı sol yeni bir seçim yapmıştır. Bu seçimin temel özelliği, AKP’nin temsil ettiği siyasal çizginin Kemalizmle olan iktidar-içi çekişmesinin Türkiye açısından muazzam imkânlar sunduğuna, bunun da eski kafa solcular tarafından anlaşılmadığı iddiasına dayalı bir siyaset tarzından yana olmaktır.

Bu siyaset tarzında, Türkiye’nin bugünkü durumu demokratikleşmenin, tarihle hesaplaşmanın önünde engin ufuklar açan bir durum olarak görülür. Neden mi? Çünkü AKP ‘ezber bozuyor’: Kemalizmi eleştiriyor, azınlıklar konusunda şefkatli davranıyor, Kürt açılımından söz ediyor, Anayasa değiştiriyor, ‘evet’ oyu için kampanya yapan solcuları görmezlikten gelmeyip onların katkısına şükran duyuyor. Bunların da ötesinde, mağdurların haklarını savunuyor, inançları gereği örtünenlerin mağduriyetine son veriyor, onları modernitenin içine çekiyor, onların davranış kalıplarını değiştiriyor; böylece daha az pre-modern oluyoruz ve demokrasi daha sürdürülebilir bir ‘hukusal oyun’ haline geliyor.

Ama onların tercihlerini meşrulaştırmak için ileri sürdükleri bu gerekçeler, alttan alta işleyen sürecin sonuçlarıyla örtüşmüyor. Ortada tam tersi bir durum var ve bu durumun özeti şu:

1) Türkiye, 1980’lerden bu yana ölçtüğümüz aşırı kâr (yani, serbest rekabetin sağladığı getirilerin üstündeki tekelci ekonomik rant) açısından OECD ülkeleri arasında en yüksek oranlara sahip ülkedir. Bu rantların yukarı doğru yükselen eğrisinde AKP döneminde herhangi değişiklik olmamıştır. Aşırı kârı belirleyen temel faktör de, Türkiye’deki işgücü maliyetinin düşük olması ve düşük kalmasıdır!

2) Kürt halkı, ekonomik kayıplarının yanısıra, evlat kaybetme, köyünden-toprağından sürulme, güvenlik güçleri tarafından ezilme ve aşağılanma, dilinden/kültüründen mahrum edilme, ‘düşman öteki’ haline getirilme gibi ölçülmesi mümkün olmayan kayıplara uğradı. Sekiz yıldır iktidarda olan AKP hükümeti de, bu kayıpların elzem ve meşru kıldığı Kürt muhalefetini elimine etme dışında ne bir ‘çözüm’ tasarladı ne de tasarlama derdinde. Tam tersine, önümüzdeki dönemde, MHP’den ve daha sağındaki dinsel partilerden seçmen oyu koparmak için, sarı solcuların dillerine dolandıklard bazı ‘açılımları’ da rafa kaldırması büyük ihtimal gibi görünüyor.

3) Bir siyasal-ekonomik proje olarak AKP’ye sempatiyle bakan kurumların (örneğin Dünya Bankası, Transparecy International, Freedom House, International Country Risk Group, vb.) toplayıp yayınladıkları veriler bile Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin AKP döneminde ya durakladığını ya da gerilemeye başladığını gösteriyor.

4) Türkiye’de bugün din, bireyin kurtuluşunu ve özgürleşmesini değil, sosyal kontrolünü sağlıyor ve bu ikinci özelliği Türkiye’nin son 50 yılık tarihinde görülmeyen bir düzeye gelmiş durumda. Ayrıca, hükümet ve din temelli cemaat örgütlenmeleriyle iş/ticaret ağları arasında girift ve kontrol edilemeyen bir ilişkiler sislsilesi olduğu herkesin malumu. Bunların da ötesinde, hem Sünni Müslümanların (özellikle kadınların) din kaynaklı baskılara karşı çıkış imkânları hem de Sünni olmayanların hakları konusunda bugün eskiye nazaran daha geri bir noktadayız.
Sarı sol bu süreçlerin kaybedenleriyle ilgili bir eleştiri dili geliştirmek yerine, hem bu süreçleri devralan hem de yeniden üreten AKP’yi eleştirinin kapsamı dısında tutan, eleştirisini Türkiye’nin Kemalist, solun da Stalinist geçmişine odaklayan bir siyaset tarzı geliştirmiştir. Bu hem Türkiye’de yükselen güce hem de dünyada moda olan post-Marksist liberal söyleme uygun bir siyaset tarzıdır.

Bu tür bir tarz genel ifadeyle korkaklığın (yani, güçlüye bulaşmama korkaklığının), özgül ifadeyle AKP’ye meşruiyet sağlama taşeronluğunun ifadesidir. Bu tarz ne şimdiki anda mağdur olanlara umut verir ne de sahibine gelecekte meşruiyet sağlar.

Bu tarz, ‘tarihsellik’, ‘somut durumun somut tahlili’, ‘ezber bozma’, ‘dar kafalılıktan kurtulma’ gibi laflarla bezenmiş olabilir, ama aslı itibariyle entelektüel merak yoksunluğu ile geleceğe yönelik düş yorgunluğunun sonucudur.

Sarı Solun Siyaset Tarzı

Sarı solun günlük siyasetinin birinci özelliği, hiyjenik muhalefetten yana olmasıdır. Hiyjenik muhalefet, ‘aşırı’lıktan arınmış, sokaktan çekilmiş, sermayenin kontrolündeki medyada mecra bulan ve hak aramayı dilekçe yazmaya, imza toplamaya, basın toplantısı yapmaya veya ana vurgusu AKP gündemiyle uyumlu miting düzenlemeye indirgeyen muhalefettir.

Türk sarı solunun sokak ve aşırılık fobisi, 1970’lerdeki solun, bu tür hareketlerle 12 Eylül’e dolaylı veya dolaysız olarak sebep olduğu tesbitinden kaynaklanmaktadır. Bu tespit, orta sınıfı etkileyen ve yukarıda özetlediğim toplumsal dinamikle çakışmakta, dolayısıyla sorgulanamaz bir dogma haline gelmektedir.

Sarı sol siyaset tarzının ikinci temel özelliği, eleştirel olmayan bir demokrasi anlayışına sahip olması, bu yüzden insan hakları, hukukun üstünlüğü, hesap verebilirlik, sivillleşme gibi kavramların çağa uygun içeriğinin ne olması gerektiği konusunda sessiz kalması, hatta bu konuda bu kavramları suistimal eden neo-liberallerden daha tembel bir noktada durmasıdır.

İktidar’ın Kemalist kanadıyla AKP kanadı arasındaki çekişmeyi tarihsel/siyasal bir analize tabi tutmayan, dünya genelinde demokrasinin kalitesinde gözlenen bariz gerilemeyi, hatta bazılarına göre demokrasinin ölümüne işaret eden güvenlik devleti anlayışının en eski demokrasilerde bile insan haklarını kapı dışarı atmaya başlamasını dikkate almayan bir yaklaşımdır bu.

Bu yaklaşımın diğer bir sorunu da, bugün Türkiye dahil dünyanın bütün ülkelerinde burjuvazinin demokrasi kaygısı olup olmadığını sorgulamamasıdır. 18. ve 19. yıllarda burjuvazinin demokrasi kaygısı vardı, çünkü toprak sahiplerinin veya aristokrasinin kontrolündeki devlet ile yükselen sınıf burjuvazi arasında belirgin ve ciddi çıkar çelişkileri söz konusuydu.

Aristokrat/feodal devlet sık sık ve daha önceden kestirilemeyecek bir şekilde vergi topluyor, mal ve sermaye dolaşımını engelleyen sınırlar koyuyordu. Bu koşullarda ya yürütme gücünü ele geçirmek ya da yürütme gücünün takdir hakkını azaltacak reformlar yapmak, bunun için gerekirse işçi ve köylülerle ittifak kurmak anlamlıydı.

Ama çağımızdaki koşullar oldukça farklıdır. Özellikle 1980’lerden sonra dünya çapında bütün devletler ve hem ortanın sağındaki hem de ortanın solundaki bütün partiler, sermayenin önünü açma konusunda birbiriyle yarış halindedirler.

Devlet bakanları, başbakanlar, hatta cumhurbaşkanları kapı kapı gezip ülkelerinin yabancı sermaye yatırımı için ne gibi teşvikler sunduğunu, genç ve eğitimli işgüçlerinin ne gibi sömürü fırsatları oluşturduğunu, mülkiyet hakkının nasıl korunduğunu, ödemeler dengesinin cari ve sermaye hesaplarındaki işlemlerle ilgili serbestliğin ölçülerini anlatıyorlar.

Bunun için IMF’ye, Dünya Bankası’na veriler sunuyor ve bu kurumların ülkelerinin ne denli ‘işveren dostu’ olduğunu gösteren endeksler yayınlamasına imkân sağlıyorlar. Şimdi bu durumda sermayenin başka ne isteği olabilir ki? Burjuva demokratik devrim neden gerekli olsun ki?

Şöyle bir gerek olabilir: O da ülkelerin rejimlerinin habire askeri darbelerle kesintiye uğramaması, o ülkede iş yapmak için ödenecek rüşvetin makul sınırlarda tutulması. Ama bunun için devrim yapmaya veya demokrasiyi derinleştirmeye yönelik bir burjuva mobilizasyonu gerekli mi? Gerekli olsa bile, solun bu sürece katkısına ihtiyaç var mı?

Maalesef iki sorunun da cevabı olumsuzdur. Burjuva mobilizasyonu gerekli değildir, çünkü ABD dahil olmak üzere, bütün gelişmiş kapitalist devletler askeri rejimlere desteklerini çekmiş durumdadırlar.
Buna ek olarak, devletler bugün IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların gözetimi ve demokrasiyi ve piyasa ilişkilerini ayrılmaz bir bütün olarak sunan ve birlikte teşvik eden guçlü ‘hayır kurumları’nın (Freedom House veya Transparency International gibi kurumların) baskısı altında reform yapıyorlar.

Reform yapmayınca sermaye tarafından cezalandırılıyorlar ve bu cezalandırma ülke politikasına karışarak değil, ülkeyle ilgili risklerden kaçarak, yani daha uygun koşullar sunan ülkelere akmak şeklinde oluyor. Diğer bir deyişle, bugün burjuvazinin demokrasi için müdadele iştahı bir tarafa, minimum siyasal risk alma iştahı bile yok.

Çin’de olduğu gibi siyasal risk alıyorsa, buna karşı fahiş düzeyde yüksek getiri alıyor. Yüksek getiri yüksek riski sigorta ettiği sürece, Çin’in veya Türkiye’nin demokratikleşmesi yerli veya yabancı sermayenin umurunda değildir. Bu koşullar, sarı solun beklentisinin anlamsızlığını ve tarihsel-olmayan (ahistorical) saçmalığını ortaya koyuyor.

Türk sarı solunun siyaset tarzının üçüncü özelliği, ‘yükselen güç’ tapıcılığıdır. Bu yükselen güç, AKP tarafından temsil edilen muhafazakâr sermaye ve politika olabilir veya ABD hegemonyasına rakip Çin, Hindistan, Brezilya ve hatta Türkiye gibi ülkeler olabilir. Sarı solculara göre, bu tür eğilimleri saptamak ve buna göre politika üretmek elzemdir.

Yani, nesnel koşulların nesnel tahlili meselesi! Ama bu ‘nesnel’ tahlil öylesine kuru ve sınıfsal içerikten öylesine yoksun ki, sonuçta yükselen güçle suç ortaklığına dönüşüyor.

Bazı sarı solcular, ABD’ye rakiplerin çıkmasını dünya kapitalist sistemin çöküşü veya bu olmazsa sol siyaset adına yeni ufuklar açılması veya bu da olmazsa anti-emperyalizm olarak değerlendiriyorlar. Vurgu bu tarafa yapılınca, ABD’ye rakip ülkelerdeki sermaye birikiminin yarattığı korkunç eşitsizlik ve yıkımlar göz ardı ediliyor.

Hatta Türkiye örneğinde görüldüğü gibi, özelleştirme nedeniyle uğranan hak kayıplarının telafi edilmesinin istenmesini (yani, burjuva hukuktaki temel kabullerden birini) popülizm olarak suçlayıp hükümete destek atıyorlar.

Türkiye dışındaki eşitsizlik akıllarına ne zaman gelir, tahmin edin: Tam da sarı sendikacılar gibi, başka ülkelerdeki düşük ücretler kendi burjuvazilerinin işini, dolayısıyla kendilerinin ranta ortak olma imkânını zora soktuğu zaman. Yani, tam da Birinci Dünya Savaşı’na destek veren I. Enternasyonal sosyalistleri gibi.

Türk sarı solunun siyaset tarzının dördüncü temel özelliği, AKP hükümetine muhalif olan herkesi, özellikle solu tek bir sepete koyması ve hoşlarına gitmeyen herkesi Kemalist olarak suçlamasıdır. Burada bir iki soru çıkıyor ortaya. Birincisi, ‘sen nereden geldin birader’ sorusu. Kemalist siyasal kültür kendilerini nasıl etkilemiş, kendilerini bu etkiden nasıl arındırmışlardır? Bunların hesabı, çetelesi, açıklaması var mıdır?

Tabii burada Kemalizmi çalışmalarına ve gazete yazılarına, 1989 sonrasında dünyayı saran ikinci kuşak (yoksa ikinci sınıf mı demek gerekiyor?) liberal söylemi ne kadara içselleştirdiklerine, bunun kanıtı olarak da ‘sivil toplum’, ‘çoğulculuk’, ‘hukukun üstünlüğü’ gibi kavramları ne kadar sık kullandıklarına bakmamızı isteyeceklerdir. Doğrudur, böyle bir söylem değişikliği var.

Ama bu söylemin pompalandığı dönemde ortanın sağı olsun, ortanın solu olsun, Türkiye dahil bütün dünyadaki parti iktidarlarının bu kavramları nasıl kullandıkları meselesi de var. Örneğin, hukuk ile hakkaniyet arasındaki ilişki nedir? Hukuk ne zaman güçlü olanın ayrıcalıklarını korur, ne zaman ayrıcalıksızın hak mücadelesini engeller?

Hükümetlerin, devlet kurum ve aktörlerinin hesap verebilirliği ne zaman daha çok muhtemeldir? Herkesin hukuka uyduğu dönemlerde mi, yoksa kitlelerin hesap sorma imkânının yüksek olduğu dönemlerde mi? Eski Sovyet sistemin çökmesinden sonra bu kavramları daha çok kullanmaya başlayan Batı devletleri/hükümetleri, bugün eskiye göre hesap verebilirliğe daha az mı daha çok mu açıktırlar? 11 Eylül’den sonra, devletin sırf sermayenin yeniden üretimine hasredilen işlevini eleştiren anti-küreselleşme hareketleri, bugün neden terörist olarak damgalanıyorlar?

Sarı sol bu sorular karşısında suskundur veya yalnız sorun Türkiye dışında bir ülkeyle ilgili olarak gündeme geldiğinde fikir beyan eder. Onlar, eskiden Kemalistlerin yaptığı gibi, bu tür durumlar Türkiye gibi nev-i şahsına münhasır bir ülkede olmazmış gibi davranıyor; böyle davrandıkları içindir ki, müttefik gördükleri AKP hükümetini bütün bu olumsuz süreç ve pratiklerden tenzih ediyorlar.

Bu oyun aşinadır. Ama önemli olan bu değildir. Önemli olan, sarı solun eskiden Kemalizm olarak Türkiye’ye reva görülen ‘kalitesiz demokrasi’ rejimini, yine kalitesiz olan bir AKP demokrasisiyle takas etmesi, eskiden Kemalistlerin dediği gibi ‘başka alternatif yok’ demesidir.

Bu refleks onların Kemalizm’le hesaplaşamadıklarını ortaya koyuyor. Oysa, beğenmedikleri eski sol, demokrasinin bu tür sorunlarını, onun Kemalist versiyonunu eleştirmiş, sokakta mahkûm etmiştir.

Bu haliyle, sarı sol riyakârdır; çünkü o ‘Allah milletimize ve devletimize zeval vermesin’ kültürüyle yoğrulmuş, buna din gibi bir baskı kurumunu eklemiş, geçmiş pratiğinde solcu-laik-liberal avı yapmış bir hareketin (yani, Milli Görüş’ün) neo-liberal bir varyasyonu üzerine kurulmuş bir harekete ve bu hareketin gündemine yönelik eleştirileri bastırıyor, kendisi de herhangi bir eleştiri yöneltmiyor.

Bunun riyakârlığı şurada: AKP neo-liberal düzene biat ediyor; böylece bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyor. Bir yandan devleti neo-liberalleştiriyor, diğer yandan bunu o devletin ‘Kemalist’ geleneğine isyan gibi sunuyor. Sarı solun riyakârlığı bu oyuna ortak olmasından kaynaklanıyor.

Türk sarı solunun bu makalede ele alacağım son temel özelliği, yükselen güç olması sebebiyle din karşısında suskun kalması, hatta dini meşrulaştırmasıdır. Bu konuyu başka bir yazıda ele aldığım için fazla uzatmayacağım. Yalnızca şunu belirtmek yeter: Sarı sol muhalif olmayı o denli bırakmış ki, dindar insanın din adına yapılanları sorgulama hakkı olduğunu, dinin kendi kurumları veya hükümet vasıtasıyla bu hakkı kısıtlamasına karşı çıkılması gerektiğini bile savunamamaktadır.

Bu tutuma kimi zaman siyasal gerekçeler sunulmaktadır. Örneğin, dinin sorunlarının dindar olanlara bırakılması (yani, dindarlara bilgiçlik taslanmaması!) veya dinin bir kimlik ifadesi olarak kabul edilmesi ve bu anlamda bir kimlik hakkı olarak savunulması. Bu tutum da riyakârcadır, çünkü iki gerçeği gizlemektedir.

Gizlenen gerçeklerden birisi, AKP’nin dindarların hakkını değil, üzerine din kisvesi örtülen bir yükselişin kazananlarını savunuyor olmasıdır. Bu konuda sarı sol, bir kitle partisinin söyleminin hedef aldığı kitle ile bu parti iktidarında kazananlar arasında doğru bir ilişki olamayacağını belirten ana-akım siyasal bilimden de geridir.

İkincisi, sarı solun belli başlı sözcülerinin kullandığı ‘kamusal alan’ büyük ölçüde yükselen İslami sermayenin veya bu sermayeyle dalaşmayı göze alamayan sermayedarların finanse ettiği bir ‘kamu alanı’dır. Sarı sol bu konuda riyakârdır, çünkü yükselen İslami sermayeyi rencide etmeme kaygısını gizliyor; onun da ötesinde, bu sermayenin kimi misyonerlik kimi zaman emtrikacılık olan edimlerini ‘sivil’ edimler olarak alkışlıyor.

Sarı Türk Solunun
Siyasal İşlevi ve Sonuç

Bence Türk sarı solunun iki ana siyasal işlevi olmuştur.

Birinci işlev, AKP iktidarına meşruiyet sağlamaktır. AKP 2002’de ciddi bir oy desteğiyle iktidara gelmiş, ama meşruiyeti seçim sonuçlarına değil, seçimden sonra katılımcı bir demokratikleşme sürecine yapacağı katkıya bağlı bir partiydi. Bu özelliğiyle belki de Şili’deki Allende hareketine benzeyen tek partiydi.

Benzerlik şurada: Hem Allende hem de AKP, hakim ideolojiye ve bu ideolojinin devlet kurumları içindeki savunucularının bariz gücüne karşın oy toplamış ve iktidar olmuştur. Seçime dayalı bu tür değişiklik anlarında olması beklenen şeylerin başında gelen, devletin sağladığı ayrıcalıklardan nemalanan kesimlerin tepkisi ve direncidir.

Allende döneminde, devleti kontrol eden kesimlerin ve bunların burjuvazi içindeki yandaşlarının ABD kaynaklı güçlü uluslararası desteği vardı. Türkiye’deyse böyle bir durum yoktu, ama buna rağmen sivil ve askeri Kemalistlerin iktidar nimetlerinden kolay kolay vazgeçemeyeceği belliydi. Sarı sol, AKP’nin Allende deneyine benzer ve ondan farklı yönlerini doğru okumadı.

Bu yüzden, AKP’nin demokrasi söylemini gereğinden fazla ciddiye aldı ve bunu uzun erimli bir taahhüdün ifadesi olarak gördü. Dolayısıyla, AKP’yi seçimle başa gelen ama asker ve sivil demokrasi düşmanlarının kuşatması altındaki bir Allende hareketi gibi değerlendirdi. Böylece de muhalif olma şansını kaybetti ve Allende’ye benzer bir demokrasi derdi hiç olmayan bir partinin destekçisi haline geldi.
Bu haliyle, AKP iktidarının meşrulaştırılmasına yaptığı katkı, destek veren kişilerin sayısıyla sınırlı olmayan bir ‘katkı’ oldu. Neden mi? Çünkü sol gelenekten gelen bu desteğin sayıyla sınırlı olmadığı, devlete karşı sokağa çıkma geleneği olmayan çekirdek AKP destekçilerinin boşluğunu doldurma işlevine sahip olduğu biliniyordu –hem AKP hem de AKP karşıtı Kemalist güçler tarafından.

Ama sarı solun AKP iktidarına sağladığı meşruiyet katkısının tek özelliği bu değildi. Bu katkı, yine AKP’nin bir Allende hareketi olmaması sebebiyle, demokrasi açısından getirisi negatif bir katkı oldu. Kısacası sarı sol, iktidara desteğini, sarı sendikacıların patronlara verdiği destekten çok daha ucuz bir maliyetle vermiş oldu.

Sarı solun ikinci işlevi, sanılanın tersine, ‘eski’ solu dönüştürmek ve bu dönüşüm temelinde birleştirmek değildi. Tam tersine, sarı solun sol eleştirisi eski solun bildiğini okumasına ve kendisini (olumlu ve olumsuz yönleriyle) yeniden üretmesine katkıda bulundu.

Eski solun bu tepkisi haklıydı; Marksizmle ilgili doğru tahlillere dayanmasa bile, doğru bir önseziye dayanıyordu. Önsezi şudur: Sarı sol fazla hiyjeniktir, sokakta veya dağda mücadele edeni yalnız bırakmaya eğilimli güvenilmez bir ‘ortak’tır, düşünce ile eylem arasındaki uyum gerekliliği, mağdurların davasını savunma gibi konularda ‘gevşek’ bir tutumu vardır.

Kısacası, eski sol nezdinde sarı sol, devrimci-dönüştürücü hülyayı öldüren, bu hülyaya sahip olanlara, bu hülyayı canlı tutmanın erdemli bir muhalif tutum olduğuna inananlara düşmanca yaklaşan bir girişimdir. Bu tür saptamaları yapan eski solcularla birçok noktada farklı bir yerde duruyor olabilirim, ama bu son saptamayla ilgili olarak onlarla aynı yerdeyim.

Bundan sonra sarı sol için iki ihtimal var gibi görünüyor. Sarı solun muhalefeti ehlileştirme ve hijyenleştirme projesi başarılı olabilir veya sokak muhalefeti yükselip hem sarı solu hem de eski solu dönüştürebilir.

Birinci ihtimalde sarı sol kazanmış gibi görünecek, ama kazandığı anda tarihi misyonunu yerine getirmiş olduğu için kendisine lüzum kalmayacaktır. İkinci ihtimaldeyse sarı sol o ana kadar verdiği zararla kalacak ve öyle yok olacaktır. Açıkçası her iki ihtimal de sarı sol adına erdemli bir son görünmüyor bana göre.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
216AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin