.YeniçağmanşetErdal Eren anması
yazarın tüm yazıları:

Erdal Eren anması

Yeniçağ podcastını dinleyin

13 Aralık 1980 asılarak idam edilen Erdal Eren, idam edilişinin yıldönümünde düzenlenecek etkinlikle anılacak…

13 Aralık 2012, Perşembe günü saat 19:30’da Halil Paşa’nın moderatör olduğu Erdal Eren’in arkadaşı Hüner Buğdaycıoğlu’nun da konuşmacı olarak katılacağı anma etkinliği Grup Baria’nın müzik dinletisi ile başlayacak…

Etkinlik Radyo Mayıs’tan da canlı yayınlanacak…

Erdal’ın Lise’den sınıf arkadaşı ve o yıllarda ODTÜ öğrencisi olan Hüner Buğdaycıoğlu, etkinliğe katılarak yakından tanıdığı Erdal Eren’in siyasi mücadelesini, anılarını ve onun insan yönüne vurgu yapan pek çok anekdotlarını ve de 12 Eylül rejimine giden siyasal sürecini anlatacak…

Hüner Buğdaycıoğlu bir makalesinde “Cinayeti gördük. Failleri biliyoruz. Cinayetlerle çocuktuk, cinayetlerle yaşlandık. Unutkanmışız. Neyi unutmuşuz. Canım liselilik arkadaşım Erdal Eren’le, onu yakalamanızdan az önce birbirimize yaptığımız espri unutulabilir mi, o son gülümsemeyi paylaşmak silinebilir mi… Daha niceleri, sesiyle soluğuyla yitip gittiler mi sanıyorsunuz. Yıllar, insan hafızalarını temizlemeye yeter mi. Canlarını aldınız, etlerini sıyırdınız, kemik dolu bir ülke yarattınız, o kemiklerle hala doymadınız mı” diye yazmıştı…

Halil Paşa döneme dair bu haftaki makalesinde “Sinan Suner, ODTÜ Elektrik Bölümü öğrencisiydi. Akşamüzeri yemek için ben ve birkaç arkadaşım kafeteryaya doğru yöneldiğimizde o karşıdan geliyordu. Aynı siyasi harekettendik. Birlikte kafeteryaya gitme teklifimizi, “şehirde yazılama var” diye geri çevirerek, havanın yeni kararmaya başladığı o soğuk Ocak akşamında otobüs durağına doğru yürüdü…

Bunun onu son görüşüm olduğunu nereden bilecektim ki?

30 Ocak 1980’in o akşamında, “yazılama var” diyerek gittiği Ankara Yukarı Ayrancı semtinde, duvara yazı yazarken, MHP’li Bakan Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir tarafından vuruldu. Kurşunlamakla yetinmeyen ve yaralı Sinan’ı arabasına alan Ezendemir, başkent sokaklarında dolaştırıp, ona işkence etti. Sinan kan kaybından öldüğünde, onu bir hastanenin kapısına atıp kaçtı.

Olayın duyulmasının ardından ODTÜ’lü arkadaşları ve yoldaşları 2 Şubat 1980’de Sinan Suner’in öldürüldüğü Ayrancı’nın Hoşdere Caddesinde bir protesto gösterisi düzenlediler. Gösteriye askerler müdahale etti. Çıkan çatışmada er Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla Erdal Eren aralarında pek çok ODTÜ’lünün bulunduğu 24 kişiyle birlikte gözaltına alınarak, önce Emniyette işkenceye, sonra da Mamak Askeri Cezaevi’ne kondu. Jet hızıyla yapılan ve birkaç kez bozulan idam kararı, Evren ve Cuntasının askeri darbeyle başa gelmesinden hemen sonra, 13 Aralık 1980’de infaz edildi.

Sinan Suner ve Erdal Eren her yıl mezarları başında aralarında pek çok ODTÜ’lünün de bulunduğu arkadaşları ve yoldaşları tarafından, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Ulaş Bardakçı, Mahir Çayan ve daha pek çok devrimcinin gömülü olduğu Ankara Karşıyaka Mezarlığında, her ölüm yıldönümlerinde anılmaya devam etmektedir” diye yazmıştı…

Erdal Eren’in yargılama sürecinde öldürdüğü iddia edilen erin otopsi raporlarında, ölüme neden olan kurşunun G-3 piyade tüfeğinden çıktığına dair görüşler yer almasına rağmen otopsi raporları karartıldı. Askeri Yargıtay 3. Dairesi’nin, önce “Delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren TCK’nin 59’uncu maddesinin uygulanmaması” nedeniyle usulden bozmasına rağmen, Daireler Kurulu iki kararı da reddetti. Dönemin askeri cuntasının başında Kenan Evren onun için “asmayalım da besleyelim mi?” dedi ve Erdal Eren, 13 Aralık 1980’da idam edildi…

Benim ODTÜ’m…

 

Halil Paşa’nın, 9 Aralık, Pazar Poli Dergisi’ndeki yazısı:

İÇİNE DOĞDUĞUM ADA MI, YOKSA ÜNİVERSİTELİ YILLARIMIN ŞEHRİ Mİ?

Her insan yalnızca doğduğu yere değil, aynı zamanda gençliğinin en dinamik zamanlarını geçirdiği öğrencilik yıllarına da mı benzer?

Yüksek öğrenim görmüş bir kişinin ömrü hayatında kuracağı ilişkiler, edip eyleyebilecekleri, nihayet yaşamına dair alacağı kritik kararları üzerinde belirleyici olan; içine doğduğu coğrafya , yoksa delikanlılık çağına denk düşen orta, lise ya da üniversite yılları mıdır?

İlk anda cevabınız “ikisi arasında kararsızım” olabilir… Kararsızlığınıza “aslında birisi diğerini de içerir” babında, yani her ikisi olabileceği şeklinde gerekçeler de bulabilirsiniz pek ala…

Yine de mızırlık yapıp “hangisi daha etkili?” diye sorumuzu derinleştirelim…

Örneğin kendi kuşağımdan yolun yarısını çoktan geçmiş, yani benim gibi ellisini devirip altmışına yol almışların ve dahi daha genç ve daha yaşlıların velhasıl gençlikleriyle helalleşeli epey bir zaman olmuş ve bir daha onu yaşamayacakların…

Ahir ömürlerinin son demine ait eşi, dostu, uzak yakın çevresi, tanıdığı, akrabası ilişkiye girdiği bilumum kişilerle eylem ve söylemlerini, hareket ve düşüncelerini etkileyen ve yönlendiren, kişiliği üzerinde belirleyici etkiler bırakan zaman ve mekan diliminin…

Doğup büyüdüğü ülke ya da kent mi?

Yoksa üniversite yıllarındaki edimleri mi?

Olabileceğini bir daha ve bir daha düşünelim…

Hatta bir “Kıbrıslıtürk özelinde” diyerek yaşantımızın ilk evresine denk düşen zaman diliminde, içine doğduğumuz adamızın Kuzey coğrafyasında şehir, köy ya da mahalle yaşantısından mütevellit edimlerimizin mi, yoksa lise ya da gençliğimizin biraz daha olgun evresine denk gelen üniversiteli yıllarımızın mı hayatımızdaki davranış ve düşünce kalıplarımıza damgasını vurduğu ikilemidir…

“Şimdi nereden çıktı bu ikilem?” diyeceksiniz…

Anlatmaya çalışayım…

Üniversite yaşantımın önemli bir safhasında “kader birliği” yaptığım Türkiyeli arkadaşlarım, yoldaşlarım ile aradan geçen otuz küsur yıla rağmen o gün bugündür ilişkim hala sürüyor.

Kendi adıma bu ilişkinin kısa tarihine gelince…

Mezun olup da Ankara’dan Lefkoşa’ya döndükten sonra önceleri kişisel ve kendiliğinden başlayan buluşmalarımız, sonraki yıllarda giderek çoğaldı ve sıklaştı. Önceleri telefon ve uçak maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle seyrek olan haberleşme ve buluşmalarımız son on yılda enformatik teknolojideki muazzam gelişmeler, hem her gün haberleşmemizi kolaylaştırdı ve hem de bu haberleşmenin maliyetini ucuzlattı.

Bu arada Türkiye ile Kıbrıs arasındaki uçak ve yaz aylarında gemi seferlerindeki artış ve göreli ucuzlama da, yüz yüze görüşmelerimize daha çok olanak sağlar oldu…

Son yirmi yıldan bu yana, her yıl Figen’le en az bir kez üniversite yıllarını geçirdiğimiz Ankara’yı, dolayısıyla da eski üniversiteli yol arkadaşlarımızı ziyarete gittik.

İstanbul’a yerleşenlerle de devam etti bu buluşmalarımız.

Hatta bir de Kıbrıs toplantısı yaptık ve 1 Mayıs 2011 yılında Lefkoşa’da 1 Mayıs’ı birlikte kutladık.

Muhteşem heybetine ve cazibesine rağmen İstanbul değil ama Ankara benim ikinci adresim gibi. İlk üniversiteye gittiğim gün ile 2004 yılında BMBP ile Ankara’da bulunduğum birkaç gün hariç, Ankara’da bir otelde kaldığım söylenemez dersem pek abartmış sayılmam. Zaten öyle bir şansım olduğunu da söylemem mümkün değil. Çünkü ODTÜ’lü arkadaşlarım, özellikle de aralarından Erdem ve Nuray kesinlikle bırakmazlar.

Tabii aynı şey Kıbrıs ziyaretlerinde onlar için de geçerli ya…

Ankara, İstanbul başta olmak üzere Türkiye ve yurt dışındaki pek çok ODTÜ’lü dostumuzla 30 yıldır düşüncelerimizde taşıdığımız “çıkarsız-umarsız-eylem-dostluk dolu üniversite hatıralarımızı”, ne ben, ne de Figen, akrabalarımız ve pek çok Kıbrıslı arkadaş ve dostlarımızla bugüne dek paylaş(a)madık. Ve bu vakitten sonra da üniversite yıllarındaki ne o enerjiyi, ne o sinerjiyi ve ne de o içtenliği yakalayacağımızı sanıyoruz…

Bu nedenledir ki hiç yurt dışına çıkmadan kesintisiz olarak Köşklü Çiftlik-Lefkoşa ve Ortaköy- Marmara Bölgesi-Lefkoşa hattına sıkışmış ilk 18 yıllık yaşamımla karşılaştırdığımda, 18’imden sonra İzmir ve sonrasında da Ankara başta olmak üzere çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdan çok daha “özgür” geçirdiğim üniversite yıllarım galiba çok daha baskın oldu kişiliğimin oluşumunda…

En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum…

 

KİMLİKLERİM(İZ)…

Çocukluk ve gençlik yıllarımın Kıbrıs’ında kimliklerim şartlara göre değişiyordu.Rum’a karşı Türk, Hıristiyan’a karşı Müslüman, Köşklüçiftlikli’ye karşıOrtaköylü, Ortaköylü’ye karşı Marmaralı ve Orta ve Lise’ye uzak köylerden gelen köylü sınıf arkadaşlarıma karşı şeherli idim…

Çocuğu, genci yaşlısıyla koskoca adada ırkının en büyük gettosuna ve o gettonun yeknesak yaşamına sıkışmış Lefkoşalılar için GGci, Yenicamici veÇetinkayacı olmak aynı zamanda birer küçük kimlik gibi miydi?…

Sanırım…

Lefkoşa’nın ünlü yoğurtçusu Musa dayı’nın mahalle-mahalle dolaşarak yoğurt satarken durduğu sokak başlarında büyük bir keyifle “Kaymaklı, Kaymaklı,Kaymaklı” diye etrafına topladığı biz çocuklara yaptırdığı bu tezahürat, mahalledeki arkadaşlarımla sıkıcı yaşantımıza hapsolmuş bir yıldız gibi doğan ve bugüne kadar hatırlayıp taşıyabildiğimiz en renkli anılarımızdan mı?

Sanırım…

1963-74 arası yıllara sıkışmış çocukluk yıllarımın maddi ve kültürel ufku Trodos ile Beşparmak dağları arasına sıkışmış fukara yaşamından sonra ilk defa 18 yaşımda ada dışına adımımı attığım Türkiye beni hem şaşırtmış hem de korkutmuştu…

Sonsuz bir ufuk, sınırları leb-i derya bir ülkeydi içine düştüğüm… Bir şehirden ötekine gitmenin gün doğumundan gün batımına sürdüğü, devasa caddelerin yer aldığı başkentinde mahşeri kalabalıkların hiç durmadan büyük uğultu ve gürültüler çıkararak bir aşağı bir yukarı koşuştuğu, yürümekle, dolaşmakla gezmekle bitmez bir engin mekan…

Üniversitedeki kimliklerimiz sanırım ahir ömrümüzün büyük bir kısmına damgasını vurdu. Birçoğumuz sonradan yeni kimlikler edinsek de kendimize, örneğin üniversite sonrasındaki siyasi kimliklerimiz, maddi durumlarımız ve dahi toplumdaki yeni rollerimiz ve statülerimiz, daha çok üniversite yılları ile karşılaştırıldı.

Örneğin Üniversite yıllarında “solcu” iken, adaya dönünce kendine göre gerekçeler üreterek “sağ” kulvardaki siyasi oluşumlara dümen kıranlar, UBP ve türevi partilere meyletmek suretiyle üst düzey bürokrat, yahut da parti üyesi, vekil ve hatta bakan olarak yeni siyasi kimlik edinenlerimize “dönek”, vb. yakıştırmalar, daha çok öğrencilik dönemlerindeki siyasi duruşları ile karşılaştırılarak verildi…

Böylece siyasi yaşantımızda, üniversitede iken solcu, adaya gelince önce iş, mevki, ün vs. şeklinde kişisel yükselmeyi sağa kaymakta, UBP ve türevi olmakta görenlere, hatta son zamanlarda “hidayete ererek” kendisini AKPcilere keşfettirmeküzere bir gecede ÖRPci veyahut ÖPcü kimliklere bürünerekCTPcilerle hükümette buluşmanın da siyasi literatürümüzde yer alan sıfatları, eski üniversiteli yıllarımıza kadar uzanan, “çıkarcı”, “yalaka”, “siyasi ahlaksızlık” kavramlarıyla komşuluk etti…

Ayrıca son yıllarda siyasette hızlı değişim gösterenlerimiz için oynaklıktan mülhem “fırıldak” ve “dansöz” diye yapıştırılan siyasi kimliklerimiz de sanırım öyle bir şey…

Yazının başında da belirtmiş olduğum gibi Kıbrıs’ta günlük yaşamımıza en çok damgasını vuran siyasi konuşmalarımıza konu olan kimliklerimizin pek çoğu, galiba üniversiteli yıllarımızdan miras…

Bu nedenledir ki çocukluk ve erken gençlik dönemlerimizin Kıbrıs yaşamı ile biz 68 ve 78 Kuşağı Kıbrıslıların yurt dışında ve galiba en çok da Türkiyeli üniversite yıllarımızda edindiğimiz siyasi kimliklerimiz…

Ve o kimliklerimizden şekil-şemal almış kişiliklerimiz, adadaki ömrümüzün ahir demine kadar, biz başkalarına ve başkaları da bize, siyasal gidişatın aldığı boyuta göre ne denli yeni siyasi kimlikler yakıştırırsak yakıştıralım.

Ne denli Kıbrıslı, Kıbrıslıtürk, Kıbrıs Türkü, Türk, Müslüman, Protestan, Bahai, Ateist, solCU, sağCI, milliyetçi, anavatancı, şükrancı, faşist, Kemalist, ABci, 68’li, 78’li, revizyonist, oportünist, Devrimci, Sosyalist, Komünist, Enternasyonalist, çevreci, yeşilci, anti-militarist, feminist, dönek, döndürek, fırıldak…

Üniversite yıllarımız peşimizi hiç bırakmayacak…

 

ODTÜ’LÜ OLMAK…

Söylemlerimize ve yazılarımıza bir torba dolusu “siyasi kimlik” duhul etse de, insanlar için bir genelleme yapmak ne mümkün!…

Ama yine de düşünen, kendi sesine kulak veren herkesin, kendi geçmiş yaşamından süzülüp gelen,  okumaya ve öğrenmeye açık olmadığı sürece içselleştirdiği ve kalıplaştırdığı, böylece siyasi ezberini bozmayacak denli düşüncesine kazıdığı muhafazakar bir yanı vardır.

Bu muhafazakar yan elbette okuyan ve okuduğunu kendi öznel siyasi tarihine göre yorumlayanlar için de geçerlidir.

Özellikle 68 ve 78 Kuşağından sayılabilecek Kıbrıslıtürkler için üniversite yıllarında edinilen siyasi kimlik ya da kimliklerin, sonraki yaşamlarında edinecekleri yeni siyasi kimlikler üzerinde önemli bir rolü vardır.

Bana gelince. Bir kimliğim de ODTÜ’lü olmaktır…

ODTÜ’lüler nedendir bilmem ama, iş yaşamlarında birbirlerine çok destektirler. En azından köstek değiller. Kimse işe başvuran bir ODTÜ2lü hakkında olumsuz bir görüş ortaya koymaz. Dahası, “madem ki ODTÜ’dendir…” diye başlayan birazcık “iç güdüsel”, dinlerdeki “tarikat dayanışması” gibi olmasa da “savunan-kollayan” bir yardımlaşmadır bu.

Türkiye’de ODTÜ’den mezun olanların, her zaman için diğer üniversitelerin muadili bölümlerinden mezun olanlara göre iş bulmakta daha şanslı olmalarının bir nedeni de sanırım bu dayanışmadır. Elbette başka daha önemli nedenler vardır ve çok tercih edildiğinden, giriş için nispeten “çalışma alışkanlığına sahip öğrencilerin” çokça olduğu bir okul olması, bu yüzden üniversitenin verdiği eğitimin “kalitesini” düşürmek zorunda kalmayışı bunlar arasında ön sırada yer alır…

Kuzey Kıbrıs’ın verili koşullarında ODTÜ’lü olmanın kıymet-i harbiyesi nedir?

En azından bir ODTÜ’lünün diğeri için olumsuz konuşacak hali yoktur diye düşünüyorum…

Gerçi değil ODTÜ, İngiltere’nin Cambridge ve Oxford, Amerika’nın MIT ya da Harvard’ından mezun olanların dahi iş bulmakta, iş kurmakta zorlanmayacaklarını, Girne Amerikan ya da Yakın Doğu Üniversitesi’nin herhangi bir bölümünden mezun olası rakiplerine karşı üstünlük sağlayabileceklerinin herhangi bir garantisi yoktur…

KKTC’nin gerek yakın geçmişindeki, gerekse bugünkü devlet mekanizmasında görev verdiği kişilerin eğitim durumlarına bakınca bunu bir çırpıda anlamak mümkün müdür?…

Sanırım mümkündür…

Gerçi ODTÜ’lü olmanın Türkiye’de ek bir avantajı olduğu kadar dezavantajı olduğu da söylenir.

Çünkü ODTÜ uzun yıllardan beridir (eskisi kadar etkili olmasa da bu sol gelenek devam ediyor-hp)  Türkiye’de solcu gençliğin en sıkı örgütlendiği yerdir.

Deniz Gezmiş ODTÜ öğrencisi değildi ama 12 Mart döneminde aylarca ODTÜ’de saklandı ve kendini asmak için arayan faşist komutanlardan yakalanmadan ODTÜ’lü öğrencilerin yardımıyla yer altı dehlizlerinden kaçabildi. Deniz’in idam’a birlikte gittiği iki yoldaşı, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ODTÜ öğrencisiydiler…

Amerikan Büyükelçisi Robert Commer’in 68 model cadillac’ını devirip yakan da ODTÜ öğrencileriydi.

Nurhak dağlarında; “biz devrimciler halk çocuklarına kurşun sıkmayız” diye bağıran, ancak o halk çocuğu Jandarmaların başlarındaki komutanın emrine uyarak açtıkları ateşle yoldaşlarıyla birlikte vurulan Sinan Cemgil de bir ODTÜ’lüydü…

İstiklal Marşı’na karşı Enternasyonal”in okunduğu stadyum da ODTÜ’deydi. Haliyle 68’li yıllardan beridir,  tribünlerine “DEVRİM” yazısı kazınmış bu stadyumda “Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık, Enternasyonal ile kurtulur insanlık” dizelerini okuma cesareti gösteren de ODTÜ öğrencilerden başkası değildi..

Ulaş Bardakçı ve daha nice genç yaşta kayıp giden 68’li devrimciler…

Bugün hala kavgayı bir yerinden tutup sürdüren Ertuğrul Kürkçü de bir ODTÜ’lü…

Sadece 68 mi?

78 Kuşağındakiler için de ODTÜ siyasette devrimci bir çekim merkeziydi.

Bu nedenle ülkücü polis tarafından vurularak öldürülen arkadaşımız Sinan Suner de, dokuz aylık boykotta Jandrama tarafından arkasından vurulan Ertuğrul Karakaya ve 2 Aralık’ta işçi kisvesi altında rektörlük binasına doldurulan faşistlerin salladığı bombada öldürülen İbrahim Baloğlu ve yaralanan, ve sakat kalan ve aylar ve de yıllarca hapislerde idealleri uğruna ömür tüketen daha nice cesur yürekler de ODTÜ’lüydüler…

İyisi kötüsü, günahı sevabı, doğrusu yanlışı ile mazisi büyük bir kavga ve mücadele geleneği ile dopdolu bir meşrepten gelmek…

Bu nedenledir ki 78’in üniversite yıllarında edindiğim siyasi kimliklerimin, öncesinden ve sonrasından daha fedakar, daha çıkarsız, daha cesur, daha samimi ve şimdikinden çok daha paylaşımcı, arkadaşça ve içten olduğunu düşünüyorum…

Bu yüzden üniversite yıllarımdan kalma edilgen olmayan, başkaldırı geleneğini içselleştirmiş üniversiteli, “ODTÜ’lü yıllarımdan” kalma kimliklerimi hala önemsiyorum…

Biliyor musunuz…

Bu haslet ve geleneklerin pek azına sahip,

edilgen olmaktan pek rahatsızlık duymayan,

uyuşuk ve vurdumduymaz,

çok şikayet edip az iş çıkarmayı adet edinmiş,

siyasi erk sahibi kişi ve kuruluşların yağcılık ve yalakalığını başarıyla icra etmekte az kusur işleyen,

geçmiş zaman liderleri “Angara ne der?ci

Şimdiki zamanı 7 buçuktan mütevellit, şükrancı, pek çok Kıbrıslıtürkten, sırf bu hallerinden dolayı da kendi adıma bu coğrafyaya ait kimliğimi çok da önemsemiyorum…

Bu nedenledir ki; üniversite yıllarımda edindiğim kimliklerimi de içine katmadan, kuru bir Kıbrıslıtürk kimliği ile yetinmek, ODTÜlü, çevreci, anti-militarsit,solcu, devrimci ve nihayet insan kimliğim kadar bana cazip gelmiyor…

 

ÖĞRENCİ LİDERLİĞİNDEN ŞİRKET YÖNETMEYE…

Öğrenciyken radikal eylemleri ve “illegal örgüt üyesi” ve Türkiye’nin kurulu nizamını yıkmaktan yargılanan “sosyalist” “komünist” oldukları iddiasıyla 12 Eylül rejiminin gazabına uğrayan 78 Kuşağından pek çok arkadaşım ve yoldaşım oldu…

İşlemedikleri suçlardan dolayı tutuklandı kimileri. İşkencede sakat kalmış ve sakatlıklarını, travmalarını mezara kadar taşımak zorunda kalan pek çok arkadaşım var.

Devletin zulmünden vartayı atlatanların bir kısmı da, kendilerine devlet tarafından yakıştırılan siyasi suçlar nedeniyle, polis’ten, “anarşik olmadıklarına dair temiz kağıdı” alamadılar. Peki ODTÜ mezunları nasıl oldu da sonradan Türkiye’nin önde gelen özel sektör kuruluşlarında, üstelik de üst düzey yöneticilik görevlerine yükselecek denli iş bulabildiler?

Kapitalizm her yerde kapitalizm…

İşin kısa hikayesi şöyle…

Generallerin kurulu 12 Eylül rejiminin, ayak bağı olarak gördüğü ülkenin devrimci gençliğini yok etmesini büyük bir sevinçle karşılayan Türkiye’nin varsılları, komutanları ve işbirlikçilerini siyasi tatminsizliklerini giderecek barbarlıklarıyla baş başa bırakarak aradan sıyrılır.

12 Eylül ile birlikte sendikaların, grevlerin, gösterilerin yasaklanmasıyla “azami kar” çarkına çomak sokacakların da artık ortadan kalkmış, holding ve özel şirket patronları da “asıllarına rücu etmişlerdi.

Yanlarında çalışmakta ekonomik yarar umduğu “kafası çalışanlara”, haliyle o yıllarda hapse girmemeyi başarabilen solculara yanaştılar. Onların da maddi çıkarlarını kollayacak şekilde kendi işlerinde kullanmakta “yok eskiden lidermiş da anarşik olabilirmiş” gibi entipüften gerekçelere nasıl olsa silahlı askerler iktidarda cihetiyle pek aldırmadılar…

Hatta pek sorgu sual etmeden hemen işe aldılar…

Aşağıda anlatacağım bir arkadaşımın yaşadığı bu anektod bu süreci çok iyi açıklıyor…

Bir zamanlar hiç alakası olmadığı halde sırf ODTÜ kimliği taşıdığı ve elbette solcu olduğu şüphesiyle, başkentte soyulan bir tren olayına karışmış olduğundan şüphelenilen ve  “Tren Soyguncusu” diye tutuklanan ismi bende mahfuz Ankaralı bir öğrenci arkadaşım vardı. Ankara’dan başlayarak çeyrek asra yakın tüm Karadeniz’i kapsayan Bölge Müdürlüklerinde Koç Grubuna bağlı sektörlerde çalıştı.

Onun Koç Grubuna dahil oluşunun ilginç hikayesi ise şöyle…

Holdinge bir iş münhali için başvuru yaptığında, henüz 12 Eylül rüzgarlarının dinmediği bir dönemdi… Şirket yönetimi, “polis temiz kağıdı” getirmesi konusunda fazla ısrarcı olmamış. Zaten o da böyle bir kağıdı alacak durumda değilmiş…

Kendisini işe alan Holding’in üst düzey yöneticisi: “Patronumuz (Vehbi Koç ya da hayatta olan oğlu Rahmi Koç da olabilir-hp) öğrenciliğindeki siyasi suçlamalardan dolayı “polisten pür-i pak olduklarına dair belge alamayan” ama çalışkan olduğuna kanaat getirdiği siyasi suçlular için şöyle demiş:

Onlar gençliklerinde öğrencilere liderlik ettiler, şimdi de şirketlerimi idare edecekler” dolayısıyla da, “sakın ha; cevher olduğunu sezdiğiniz gençleri, gençliklerinde karıştıkları masum siyasi olaylardan dolayı hemen dışlamayın”…

“Masum siyasi olaylar”…

Kim demiş ki “burjuvalar akılsız insanlardır” diye?

 

2 ARALIK 2012

Bu tarihten tam 35 yıl önce MC Hükümet’i döneminde (1) ODTÜ’ye zorla rektör yapılan Türk ırkçılığından mülhem Hasan Tan, tüm MHP militanlarını işçi kisvesi altında Üniversiteye yerleştirmiş, okulu devrimcilerden temizleyip faşistleştirmek için kolları sıvamıştı. Dokuz aylık öğrenci boykotu sonrasında okul tekrar açılmış, ancak “işçi” olarak çalışan bu militanlar her gün jandarma koruması altında işleri olmadığı halde rektörlük binasına gidip gelmişler, öğrencileri provoke etmek için tabanca gösterip el-kol işaretleri ile milliyetçi sloganları atıp durmuşlardı….

Nihayet 2 Aralık 1977 günü, rektörlük binasının beşinci katından, provoke ettikleri binlerce ODTÜ öğrencisinin üzerine bomba atan bu faşistler, hemen ardından silahlarını ateşlemişler, 52 öğrencinin yaralanmasına yol açmışlardı.

O gün ben de oradaydım.

İlk bomba hemen önümüze düşmüştü. Ikincisi beş metre kadar uzağımıza.

İlki ses bombasıydı. Ama ikincisi parça tesirliydi.

Belki bir gün 1 Mayıs 1977 Taksim katliamını andıran bu olayı daha detaylı yazarım…

Yaralanan 52 öğrenci arasından İbrahim Baloğlu, tedavi görmekte olduğu hastanede yaşamını yitirdi. 2 Aralık 1977 günü yaşananların anısına rektörlük ile kafeterya arasında bombanın atıldığı meyilli arazideki çimler üzerine dokuz aylık öğrenci boykotunu simgeleyen dokuz direk dikildi.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da kırlaşmış saçları, kelleşmiş başlarıyla, geçen zamana inat eski ODTÜ öğrencileri 2 Aralık anısına bu alanda toplandılar. Yeni rektör, dönemin eski rektor vekili, eski öğretim görevlisi ve eski öğrenci temsilcisi birer konuşma yaparak 35. Yılında bu faşist saldırıyı lanetlediler…

Yeni rektör Ahmet hoca 2 Aralık’taki faşist saldırıya rağmen üniversitenin bilimsel eğitimine devam etmekten duyduğu gururu, eski rektor vekili Kıcıman saldırıya uğrayan ODTÜ öğrencilerine bir de jandarmanın saldırmasının nasıl son anda engellendiğini, Yakup hoca AKP’nin giderek MC’leştiğini anlattılar… Eski öğrenci temsilcisi Ahmet Asena sözlerini Şili’de Pinochet askeri rejimine karşı direnen devrimcilerin “Venseroms” (2) sözüyle bitirdi…

O gün Rektörlük ile Kafeterya arasındaki eğimli çim alanda toplanan iki yüz kadar 78’li, ODTÜ’lü olmakla bir kez daha gururlandık…

 

SİNAN SUNER, ERDAL EREN VE ODTÜ’LÜLER:

Sinan Suner, ODTÜ Elektrik Bölümü öğrencisiydi. Akşam üzeri yemek için ben ve birkaç arkadaşım kafeterya’ya doğru yöneldiğimizde o karşıdan geliyordu. Aynı siyasi harekettendik. Birlikte kafeteryaya gitme teklifimizi, “şehirde yazılama var” (3) diye geri çevirerek, havanın yeni kararmaya başladığı o soğuk Ocak akşamında otobüs durağına doğru yürüdü…

Bunun onu son görüşüm olduğunu nereden bilecektim ki?

30 Ocak 1980’in o akşamında, “yazılama var” diyerek gittiği Ankara Yukarı Ayrancı semtinde, duvara yazı yazarken, MHP’li Bakan Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir tarafından vuruldu. Kurşunlamakla yetinmeyen ve yaralı Sinan’ı arabasına alan Ezendemir, başkent sokaklarında dolaştırıp, ona işkence etti. Sinan kan kaybından öldüğünde, onu bir hastanenin kapısına atıp kaçtı.

Olayın duyulmasının ardından ODTÜ’lü arkadaşları ve yoldaşları 2 Şubat 1980’de Sinan Suner’in öldürüldüğü Ayrancı’nın Hoşdere Caddesinde bir protesto gösterisi düzenlediler. Gösteriye askerler müdahale etti. Çıkan çatışmada er Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla Erdal Eren aralarında pek çok ODTÜ’lünün bulunduğu 24 kişiyle birlikte gözaltına alınarak, önce Emniyette işkenceye, sonar da Mamak Askeri Cezaevi’ne kondu. Jet hızıyla yapılan ve birkaç kez bozulan idam kararı, Evren ve Cuntasının askeri darbeyle başa gelmesinden hemen sonar, 13 Aralık 1980’de infaz edildi.

Sinan Suner ve Erdal Eren her yıl mezarları başında aralarında pek çok ODTÜ’lünün de bulunduğu arkadaşları ve yoldaşları tarafından, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Ulaş Bardakçı, Mahir Çayan ve daha pek çok devrimcinin gömülü olduğu Ankara Karşıyaka Mezarlığında, her ölüm yıldönümlerinde anılmaya devam etmektedir…

 

13 ARALIK PERŞEMBE GÜNÜ ERDAL EREN KTÖS’DE ANILIYOR…

Erdal’ın Lise’den sınıf arkadaşı ve o yıllarda bir ODTÜ öğrencisi olan Hüner Buğdaycıoğlu da Kıbrıs’a gelecek.

Hüner, yakından tanıdığı Erdal Eren’in siyasi mücadelesini, anılarını ve onun insan yönüne vurgu yapan pek çok anekdotlarını ve de 12 Eylül rejimine giden siyasal süreci anlatacak bize…

KTÖS’de akşam saat 7.00’de başlayacak Hüner’in konuşmasının öncesinde, “Grup Baria” tarafından bir de kısa müzik dinletisi sunulacak. Moderatörlüğünü yapacağım gecede,  1980 Martında Mamak Cezaevi savcılığı önünde karşılaştığım Erdal Eren ile ilgili bir de anımı paylaşacağım…

12 Eylül’ün yaşı küçük ama yüreği büyük bu en genç devrimci kahramanını, onunla birlikte mücadele vermiş eski bir yoldaşından dinlemek isteyenler…

13 Aralık Perşembe saat 7:00’de KTÖS’te, Hüner’in, arkadaşı Erdal Eren’i anlatacağı buluşmaya davetlisisiniz…

Bekleriz…

 

(1)    MC Demirel, Erbakan, Türkeş Koalisyon Hükümeti, Milliyetçi Cephe.

(2)    Venseremos, “Zafer Bizim”.

(3)    Dönemin siyasi jargonunda duvara yazılan sloganları anlatan parola.1

 

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
216AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin