yaklaşımlarHalil PaşaAltın dişli yüzbaşı – Halil Paşa
yazarın tüm yazıları:

Altın dişli yüzbaşı – Halil Paşa

Yeniçağ podcastını dinleyin

Sabahın köründe, kahvaltı için asker karavanası da yapmadan apar topar hapishane arabasına bindirildik. Ver elini Etimesgut Zırhlı Tugaylar Birliği.

Mamak Askeri Hapishanesinde hala koğuşlar tıka basa gözaltı ve tutuklularla dolu olduğu için, Ankara’nın biraz dışında yer alan Etimesgut’ta konuşlanmış askeri birliklerin bulunduğu garnizona götürülmemiz kararlaştırılmıştı.

1980 Şubatında Ankara’da Mamak Askeri Hapishanesi doluydu dolu olmasına da, hükümet güvenlik gerekçesiyle başta öğrenciler olmak üzere işçileri, esnafı, hasılı vatandaşını gözaltına almaya, tutuklamaya devam ediyordu. Şimdi Etimesgut’un askeri birliğe ait sineması da cezaevine çevrilmişti. 12 Eylül sürecine giden ve 7 ay sonra askeri darbenin gerçekleşeceği günlerden geçiyorduk. Zaten 12 Eylül askeri darbesi de bağıra bağıra geliyorum demişti ya!

Ama nedense Türkiye solunda hiçbir siyasi hareket, olası bir askeri darbe sonrasından ne yapılacağı ile ilgili bir yazı ya da fikir ortaya atmış değildi.

Sinemadan yenile hapishaneye çevrilen Etimesgut’ta bizi bir çavuş ile bir onbaşı karşıladı. Tek tek saçlarımız ve bıyıklarımız tıraş edildi. Bıçakları küt mekanik tıraş aleti sonunda bizi kel etti etmesine de, bıyıklarımı yolarken bağırmamak için kendimi zor tuttum.

Askeri hapishaneye dönüştürülen sinemanın, teneke damlı tavanı oldukça yüksekti. Sahnesi geniş, kocaman perdesiyle oldukça büyük bir sinemaydı. Ancak Ankara’nın 1980 Şubatının o dondurucu soğuğunda, ne sinema, ne de hapishane olurdu bu hangardan. Olsa olsa, yiyecekleri taze tutmaya yarayan soğuk bir hava deposu olurdu. Zaten sinemanın beton zemini donmuş bir kar kütlesini andırıyordu. İlk zamanlar yalnızca ayakkabılarımı çıkarır, bir alttan, bir üstten iki battaniyeye sarınır, pek çok hapishane arkadaşım gibi ben de pantolon, çorap, gömlek öylesine yatır uyurdum.

Ortaya kurulan odun sobası, orada kaldığım 18 gün boyunca yalnızca iki kez yakılmıştı.

Sinemanın yarıdan çoğunda, 200 kişiyi sığacak kadar ranzalar yerleştirilmiş olduğunu anımsıyorum. Biz ODTÜ öğrencileri 22 kişiydik. Henüz yeni açılan bu askeri hapishanede sayımız daha açıldığının birinci haftasından 80’i bulmuştu.

Bizden bir hafta kadar önce buraya getirilen liseli çocuklar vardı. Sanırım Atatürk Lisesindendi çoğu. Okulda, İzmir’deki Tariş işçilerinin grevine ve eylemlerine destek verdikleri bir pankarttan dolayı gözaltına alınmışlardı.

Bir de Ulus tarafında sigara fabrikasında grev yaptıkları sırada slogan attıkları için yaka paça getirildiklerini anlatan, çoğu kelli felli kırkında ellisinde işçileri bulmuştuk buraya geldiğimizde.

Aralarında “Arap Turan” dedikleri bir işçi vardı. Gece gündüz söylediği bir uzun havanın birkaç dizesi hala aklımda.

Karadağın bozyılanı

Gelir dolanı, dolanı.

Onbeş sene yatsam

Bulurum seni vuranı.

Yandım aney, öldüm aney,

Yağlı gurşun, yedim aney…

İki Kürt vardı. Birisinin adı Cengiz’di. Diğerinin adını unuttum.

1980’lerde Türkiye’de “permatik” traş bıçağı daha yeni piyasaya çıkmıştı. Öyle şimdiki jiletler gibi, ikili ya da üçlü tıraş bıçağı yoktu o zamanlar. Tek bıçaktı. Ve hapishanedeyken o tek bıçaklı jiletle, beş kişi sakal tıraşı olurdu. Jilet daha iyi kessin diye, kenarlarındaki tutamakları kırar, permatiği, küçük bir usturaya dönüştürürdük.

Yemeğimiz sabah, öğle, akşam günde üç öğün asker karavanasıydı. Büyük kazanda, bazen de çok büyük tencerenin içinde gelirdi. Aramızdan biri görev alır, sıraya giren kendi gibi hapis yoldaşlarının tabaklarına kepçeyle kotarırdı. Tabaklar metaldi. Uzun bir tahta masanın iki yanına çekilmiş tahta banklara oturup yerdik. Bazen karavana o kadar kötü çıkardı ki, askerin yediğinden de berbat bir yemekle karşılaşırdık.

İşte yine öyle berbat bir yemeğin çıktığı günlerden bir gün, cezaevinde isyan çıkardık.

ETİMESGUTTA YEMEK İSYANI

O gün öğle karavanasında ıspanak vardı. Tüm paralarımızı, ortak bir havuzda, komünde toplamıştık. Paraları tutan Atatürk Lisesi’nden Uğur isimli bir çocuktu. Cezaevine girdiğimizde onu paranın, yani komününün sorumlusu bulmuştuk. İri kıyımdı. İşte o gün, ıspanağın yanında iyi gider diye komün parasından iki kişiye bir adet düşecek şekilde askeri kantinden yoğurt da satın almıştık.

Bir baktım ıspanağı alan, kaşıklar kaşıklamaz yüzünü buruşturuyor. Birinci, ha de ikinci de, üçüncü kaşığı denemeden kalkıp doğruca gidip çöp bidonuna boşaltıyor. İçinde kum ve taş olduğundan şikayetçiydiler. Ispanakla yoğurt. Hapishane şartlarında bundan daha güzel ne olabilirdi ki?  Kum, mum, çakıl, makıl. Biraz zorlanır yutarım gider diye düşünmüştüm.

Sıraya girdim. Ispanağı aldım. Uğur karşımdaydı “abi yapma” diyene kadar yoğurdun payıma düşen yarısını ıspanağın üstüne boca ettim. Karıştırıp ilk kaşığı ağzıma attım. Bir iki çiğnedim. Minik çakıl ve kum kümecikleri dişlerimin arasında gıcırdayıp durdu. Bir iki zorladım. Olacak gibi değildi. Yemesi için, insanın ağzında dişleri ve dili değil, bir beton yoğurma mikseri olması gerekiyordu.

Aldanmışım…

Çöpe dökmek için ayağa kalktığımda, az ilerimde hapisteki işçiler ve öğrencilerle, çavuş ve onbaşı arasında tartışma yaşandığını gördüm. Sonuçta ikisi de başlarına üşüşen kalabalıktan korkup kaçtılar.

İçeride yemek tencereleri ile baş başa kalan kalabalık ise, Ispanak ile sanırım bulgur kazanını alıp hapishanenin iç kapısı olarak kullanılan sinemanın hole açılan çıkış kapısından dışarıya fırlattılar.

Beş on dakika sonra kapıda bir manga silahlı askerle başçavuş göründü

“Kim döktü lan bu yemekleri? Burası peygamber ocağı! Bu yemekler kutsal! Kendinizi Kebap 49’da mı sandınız lan! Burası askeriye oğlum, askeriye… Bak yerken benim de dişim kırıldı, nolmuş yani!”. Başçavuş konuştukça konuştu.

Bizden de başçavuşa “sen onu külahımıza anlat” diye laf yetiştiren de oldu.

ALTIN DİŞLİ YÜZBAŞI

Derken birden ortalıkta ses soluk kesildi. Silahlı manga telaşla yana açıldı.

Giriş kapısındaki yüksek zeminde eli belinde yüzbaşı, önce 20 metre kadar uzağında sıralanmamızı buyurdu. Biraz uğultu çıkınca da gürledi. Küfürünün bini bir paraydı. Sonra da; “yataklardakiler de kalksın” diye emretti. “Hastadır” diyecek olduk adam Atalasanın döl beygiri… Açtı ağzını yundu gözünü.

“Bir kişi kalmasın dedim. Hepiniz karşımda olacak!” diye eliyle işaret de etti duracağımız yeri. Neyse gönülsüz de olsa sıralandık. Sonra yüzbaşı bulunduğu yerden, küçümseyen bakışlarıyla bizi tek-tek süzdü.

Yüzbaşılığının nişanesi üç yıldızlarını öne çıkarmak istermiş gibi omuzlarını öne atıp geriye çekti. Ellerini arkasına aldı. Az sonra yapacağı konuşma için yutkundu. Salonda çıt çıkmıyordu.

“Ulan” der demez, anında ağzındaki altın diş göründü. “Ulan” diye de sinema salonunda yankılandı sesi. Bizi iyi görsün ve kendi diyeceklerini de iyi işitelim diye önce tek sıra halinde bir daha dizilmemizi istedi. Ağır davrandığımız için bizi “nazlı kadınlara” benzetti. Sonunda dizildik ve o da başladı ağzına geleni söylemeyi.

“Ben size kazan kaldırmanın ne demek olduğunu göstereyim mi lan!”

O yere döktüğünüz yemeğin parasını kim verdi lan. Devlet verdi devlet!.

Askerini, dişlerini kıracağı kadar kötü besleyen devlet mi olurdu sanki? Diyeceksin ama diyemiyorsun işte…

“Ispanak yapraklarını yıkamadan, üstelik bulduğu kumu da içine yığarak pişirmek, pişirenin tembelliğinden, komutanının da askerini önemsemesinden mi, yoksa özel olarak hapishaneye düşen çoğu öğrenci ve işçi insanlardan bir intikam alma isteğinden mi kaynaklıydı?” diyeceğim ama çevresinde bir manga silahlı asker dizilmiş diyemiyoruz işte…

Ben böyle düşünürken yüzbaşı ağzını açtıkça parlayan altın dişinin daha bir sırıttığını fark ettim. Hakaret ettikçe sesi yükseliyor, sesi yükseldikçe daha çok hakaret ediyordu. Sonra ikisi birleşip altın bir dişe dönüşüyordu.

Sonunda altın dişili yüzbaşı bize hapishane kurallarını hatırlattı.

“Bir” dedi.

Eğer yemeği beğenmez de kazanı dökerseniz, benim çavuşumun, benim onbaşımın üzerine yürür hatta karşı laf ederseniz, marş türkü söylerseniz, slogan atarsanız, şiir miir söylerseniz eğer….

Şunu bilesiniz ki, sizi kütürdete-küdürdete s…rim.

Kimsemizden çıt çıkmadı!

Sonra da, “ikiiii”, diye ilave etti.

Diyelim ki karavanayı yiyip ses etmediniz. Çavuşa onbaşıya karşı gelmeyip itaat ettiniz. Marş şarkı, türkü söylemediniz. Sanmayın ki benden kurtulacaksanız. O zaman bizim o iş var ya o iş… İşte o iş, tatlı-tatlı olacak.

Arkadan işçilerden kelli felli olanı mırıldandı, Sonra biz üniversiteliler ve liseli çocuklar uğultuyla konuşmaya başladığımızda yüzbaşı bağırdı ama fayda etmedi. Konuştukça cesaretlendik. Cesaretimiz arttıkça seslerimiz daha çok yükseldi ve yüzbaşının sesi duyulmaz olduğunda orada silahlı tek sıra halinde duran manga bir adım öne çıktı. Tüfekler kuruldu. Ama ateş açılmadı. Altın dişli yüzbaşı orayı terk ederken “bunu yanınıza bırakmayacağım” diye bağırıyordu.

Ve sonra kapılar kapandı. Başladık beklemeye.

Gece yemek gelmedi. Belli ki bu ilk cezaydı. Sabah oldu kahvaltı gelmedi, ama başka bir yüzbaşı geldi. İçeriye girdi. Ve artık bizden kendisinin sorumlu olacağını belirten kısa ve babacan bir konuşma yaptı. Bir gece önce yemek sabah da kahvaltı verilmediği için öğlen yemeği erken geldi. Her zamanki gibi karavanın değişmez yemeği bulgur pilavı ve yanında sabah verilmeyen bulgur çorbası ile kuru fasulyeydi. Gerçi bulgurun sarısı gitmiş ölü beyazlığında solgun bir rengi vardı ya karnımız da açtı. Üstelik içinde kum mum, taş maş da yoktu. Bayıla bayıla yedik.

Sonradan karavanayı getirip götüren askerlerden cezaevi müdürlüğünden alınan altın dişli yüzbaşının yeni evlendiğini öğrenecektik!.

Artık altın dişli yüzbaşı gitmiş, yerine gelen yenisiyle, bize nasıl ve ne zaman oyun çekeceğinden habersiz konuşuyorduk.

Nöbetçi amiri olduğu iki gece de bizimle sohbete gelmişti. Zaten soba için de yalnızca o 2 gecede odun bulunup yakılmıştı ya…

Sonra…

Devamı da bu yıl çıkaracağım 78 kuşağıyla ilgili kitapta…

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
234AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin