iktibasgenelBir kuklalaştırma ve kuklalaşma süreci olarak Kıbrıs'ın kuzeyinde sol siyaset - Turgut...
yazarın tüm yazıları:

Bir kuklalaştırma ve kuklalaşma süreci olarak Kıbrıs’ın kuzeyinde sol siyaset – Turgut Denizgil – Gaile

Yeniçağ podcastını dinleyin

Büyük bir endişe hakimdi gün boyu. İnternetin karşısında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ın 20 Temmuz nedeni ile Kıbrıs’a gerçekleştirmiş olduğu ziyaretine ilişkin gelişmeleri takip etmeye çalıştım. Haber siteleri “görülmemiş polis şiddeti” başlığı ile duyuruyordu gelişmeleri. Endişem, çoğunun sahip olduğu, Kıbrıs’ın ne kadar değiştiğine yönelik bir endişe değildi; zira Kıbrıs’ın değiştiğini düşünenlerden değilim. Aksine Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulu düzenin gerçek yüzü ile belki de ilk kez bu kadar ciddi temas ediyor olduğumuzu düşünüyorum.

Eylemciler ile polis arasındaki gerilimin yansıdığı görüntüler haber sitelerine düşmeye başladıkça polis tarafından uygulanan şiddetin sorumlularının kimler olduğunu sorgulamaya başladım. Ulusal Birlik Partisi hükümeti sorumlu tutulabilir mesela; ayrıca Polis Genel Müdürlüğü’nün de sorumluluğu vardır mutlaka. Güvenlik Kuvvetleri Komutanı ve Tüsk Silahlı Kuvvetleri de bu sorumluluk dışında tutulamaz evet… Ama saydığım bu kurumlara sorumluluk yüklemek yeterli gelmiyor ve bana bunların ötesinde Kıbrıslıtürklerin bu bataklıkta tutsak oluşuna muhalefet de ortakmış gibi geliyor.

Kıbrıslıtürkler yakın tarihimizdeki iki dönemde (Bu Memleket Bizim Platformu dönemi ve Toplumsal Varoluş Mücadelesi dönemi -kısaca BMMP ve TVM-) kitlesel olarak kendi ayakları üzerinde durma ve kendi gelecekleri hakkında söz sahibi olma taleplerini ortaya koydular. BMBP dönemine ilişkin tartışmalar uzun bir döneme yayılmış olsa da henüz bir doyuma ulaşmadığını düşünenlerdenim. Bu yüzden tartışmanın bu noktasında iki dönem arasındaki temel benzerlik ve farklılıkları not etmeyi faydalı buluyorum.

 

Bu Memleket Bizim ve Toplumsal Varoluş

– Her iki hareketin de en önemli motivasyon kaynağını dayatma ekonomik paketler oluşturmaktadır.

– Her iki hareketin de özünde ülke demkrasisinin güçlendirilmesine yönelik bir talep vardır.

– Her iki hareket de Türkiye Cumhuriyeti ile karşılıklı saygı temelinde ilişkilerin geliştirilmesi talebini içermektedir, bir diğer deyişle bağımsızlık talebi ortaya konmaktadır.

– Her iki hareketin de bir diğer önemli motivasyon kaynağı Kıbrıslıtürk kültürüne sahip çıkmaktır.

– Her iki hareket de kadınları, erkekleri ve eşcinselleri biraraya getirmesine karşın organizyon aşamasında ezici çoğunlukla erkeklerin söz hakkı vardır.

– Her iki hareket de gençler, orta yaşlılar ve yaşlılardan meydana gelmesine rağmen her iki hareketin de organizasyon aşamasında gençlere yer verilmemiştir veya yeterli değildir.

– Her iki hareket de köylü ve şehirlileri biraraya getirmesine rağmen köylülerin BMBP’deki temsiliyetine TVM’de rastlamak mümkün değildir.

– BMBP karar alma mekanizmasında siyasi partiler mevcutken TVM’de bundan bahsetmek mümkün değildir.

– BMBP döneminde muhalefetin medyada sahip olduğu güç TVM dönemine kıyasla görece daha yüksek (KIBRIS Gazetesi başta olmak üzere) olmasına karşın TVM döneminde sahip olunan olanakların sayısı daha yüksektir (Kanal Sim, Radyo Mayıs, Havadis, İnternet vs).

– BMBP döneminde üç büyük belediyenin tamamı CTP’li belediye başkanları tarafından yönetiliyor olmasına karşın TVM döneminde Lefkoşa Belediyesi UBP’li Cemal Bulutoğluları tarafından yönetilmektedir.

– BMBP döneminde iş dünyası ile emek dünyası birlikte hareket etmekteydi ancak TVM döneminde böyle bir birliktelikten söz etmek oldukça güçtür.

– BMBP döneminde bir yol haritası ve bütünlüklü bir çözüm önerisi (Çözüm ve AB) olmasına karşın TVM döneminde böyle bir yol haritasından bahsedemeyiz.

– Her iki dönemde de hükümette Ulusal Birlik Partisi olmasına karşın, BMBP döneminde hükümette olan Demokrat Parti TVM döneminde mücadele tarafındadır.

– Her iki hareket de Kıbrıslırumları heyecanlandırmamıştır.

– Her iki hareket döneminde de Türkiye Cumhuriyeti Ak Parti iktidarı tarafından yönetilmektedir.

– BMBP döneminde Türkiye’de askeri rejim çok daha güçlüydü.

– BMBP dönemine kıyasla TVM dönemi toplumsal sorunlara yönelik duyarlılık görece daha yüksektir (Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Homofobi, Engelliler, İnsan Hakları, Çevre vs).

– TVM döneminde yabancı (Türkiyeli) düşmanlığı doruk noktadadır (Kıbrıslıtürk milliyetçiliği).

– TVM döneminde hem eylemcilerin şiddet gösterme eğilimi (şimdilik söylem bazında) hem de polis terörü daha yüksek boyutlardadır (Mudi eylemleri ve meclis baskını hariç).

– BMBP döneminde siyasi partilerin ve sendikaların birlikteliği daha sağlıklı bir zemin üzerine inşa edilmişken TVM döneminde daha çok birbirleri ile kavga eden görüntüye sahiptirler.

– BMBP döneminde temel karşıtlık meclise yönelikken TVM döneminde meclis ve TC elçiliği arasında gidip gelen söylemlere rastlamak mümkündür.

-BMBP döneminde toplumun siyasilere olan güveni görece daha yüksekken TVM döneminde toplum açıkca siyasilere güvenmediğinin altını çizmektedir.

– Her iki dönemde de ayrılıkçı eylemler toplumsal destek bulmamaktadır.

– Her iki hareket de Türkiye medyasında geniş yer bulmasına karşın haberler çarpıtılmış olarak okuyucuya sunulmuştur.

– Her iki dönemde de Kıbrıslıtürk muhalefeti derdini Türkiye’ye anlatma gayretinden uzaktır.

– BMBP döneminde Kıbrıslıtürk sağı cevap niteliğinde kitlesel eylemler düzenlemekten çekinmezken TVM döneminde Sn. Erdoğan’ın ziyareti sırasında düzenlenen kitlesel eylem dışında bir organizasyon gerçekleşmemiştir.

– BMBP döneminde müzakerelerde herhangi bir ilerlemeden söz etmek mümkün değilken TVM döneminde Kıbrıslıtürk liderliği çözüm konusunda görece daha iyimserdir.

Mutlaka gözden kaçan farklılık ve benzerlikler vardır ve bu yazının temel amacı bu iki dönemi kıyaslamak değildir; ancak söz konusu benzerlik ve farklılıkların iki dönem arasında yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelere dair yazının devamında yapacağım değerlendirmelerde bizlere yardımcı olacağını umut ederek bunları not etmekte fayda gördüm.

Elbette bu noktada CTP’li okuyucu yazının devamını tahmin etme konusunda hünerli davranacak ve hatta belki de yazının devamını okumama kararı verecektir. Peşinen belirteyim, siyasi partiler arasında artık büyük bir fark göremiyorum (Murat Belge’nin “artık bu hükümetten umudum yok” açıklamasının ardından kopan “devrimci infazı” hatırladım). Bu nedenle yapacağım değerlendirmelerden rahatsız olacak CTP’li arkadaşlarım yazının bundan sonraki bölümlerinde geçecek olan CTP sözcüğü yerine TDP sözcüğünü yerleştirerek yazının devamını okumakta ve kendi kendilerini tatmin etmekte özgürdürler. Yine de bilinmesinde fayda vardır, bu yazının amacı kendi kendini tatmin olmadığı gibi, birilerine kendi kendini tatmin özgürlüğü tanıma girişimi hiç değildir.

Bunun aksine hedeflediğim, sürmekte olan düzenin bilinçaltımıza işlediği sürekli ötekiler yaratma ve bunun üzerinden kendini var etme arayışımızın toplumsal olarak bizleri getirdiği noktaya dikkat çekmektir. Bir diğer deyişle arayışım, giydirilmiş rollerin tutsaklaştırdığı zihnimi özgürleştirme, militarist, milliyetçi, ayrılıkçı, cinsiyetçi düzenin bilinçaltıma işlediği zehiri kusma girişiminden ibarettir.

 

Bugünün izlerini dünde sürmeliyiz!

Aralık 2003 seçimlerine BMBP olarak tek çatı altında girilmeyişinin büyük bir hata oluşu bir yana, benim gerçek derdim bugün siyasete ve siyasetçiye dair azalan güvenin izlerini 2003 seçimlerinin ardından yaşananlara bakarak yeniden keşfetmektir; ancak bu noktada 2003 yılında gerçekleştirilen seçimleri normalleştirme girişimlerine olan tahammülsüzlüğümü de gizlemeyeceğim.

Bilinsin ki, 2003 seçimlerini normalleştirmeye yönelik söylenen her söze karşı tahammülsüzlüğüm Kıbrıs’ın kuzeyini Türkiye’ye bağımlı, dünyadan izole, her türlü hukuk dışılığın kol gezdiği, kendini yağma ve talan üzerine inşa eden ve bugün kendini daha çok hissettirmeye başlayan bu polis devletinin ilanı karşısında Kıbrıslıtürk solunun (KTÖS hariç tamamı) 14 Kasım 1983 gecesi elçinin odasında boyun eğişine olan tahammülsüzlüğümden bile daha güçlüdür. Daha güçlüdür çünkü Kıbrıslıtürk solu 28 yıl önce işlemiş olduğu günahı temizleyebilme ve Kıbrıslıtürklere hak ettikleri insanca yaşam koşullarını (“her toplum layık olduğu yöneticiler tarafından yönetilir” safsatasını her tartışmada ortaya atan bireyler benden daha çok şey biliyor olacaktır ki, bundan dolayı bu yazıyı okumasalar da olur) geç de olsa sağlayabilme şansına BMBP döneminde yükselen toplumsal muhalefetten doğru şekilde ‘faydalanarak’ sahip olabilirdi (Kıbrıslıtürk solu sözünü isteyerek kullandım çünkü 2003 seçimleri sonrasında yaşanan gelişmelerden sadece CTP’yi sorumlu tutanlardan değilim).

BMBP’nin yol haritası çok netti; “Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan düzen daha fazla sürdürülebilir değildir ve bu düzenden kurtulmanın yolu ancak Kıbrıs Sorunu’nun federal temelde çözümünün ardından gelecek AB üyeliği ile mümkündür. Bu düzen daha fazla sürdürülebilir değildir; çünkü eknomik kurumlarımız çökmüş, siyasal kurumlarımız da Türkiye’nin etkisi altındadır.” Bir diğer deyişle “Çözüm ve AB” talebinin altında yatan tek neden, kimilerinin ileri sürdüğü gibi ekonomik değil, aynı zamanda dünya siyaset sahnesinde özgürlük ve egemenlik, hukuk karşısında eşitlik ve devlet nezdinde demokrasiydi. Toplumun Kıbrıslıtürk solundan beklediği de bu talepleri yerine getirmesiydi.

2003 Aralık ayına gelindiğinde toplum, oy pusulaları üzerinde Kıbrıslıtürk solunu üçe bölünmüş olarak buldu; CTP-BG, BDH ve ÇABP. Sonuç itibarıyla hatırlayacağımız üzere CTP-BG sandıktan 19 milletvekili ile birinci parti olarak çıktı. Bundan da önemlisi Kıbrıslıtürklerin tarihinde ilk kez meclis içerisinde sol bu kadar güçlü bir pozisyon elde etmişti ama buna rağmen CTP-BG’nin 19 milletvekili yanında BDH’nın 6 milletvekili mecliste hükümet kurmak adına gerekli olan 26 sayısına ulaşmak için yeterli değildi. ÇABP kurulmasaydı 26 sayısına ulaşılır mıydı bilmiyorum; ama keşke kurulmasaydı noktasında olduğumu belirtebilirim.

Seçim gecesi BDH binası önünde seçim sonuçlarını “kutlayan” BDH’lı gençlere CTP’nin DP ile koalisyon hükümeti kuracağını iddia ettiğimde “işbirliği protokolü var, yapmazlar” cevabını alıyor ve buna tahammül edemiyordum. Bu nedenle benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımla (Harmancı, Atıf, Adem, İlke, Sami, Saygın, Evrim, Barış, İbrahim, Ali -sadece hatırlayabildiklerim-) birlikte şu an TDP binası olan dönemin TKP Genel Merkezi’ne gitmeye ve geceyi orada geçirmeye karar vermiştik. Sabah BDH binasına döndüğümüzde bizleri BDH’yı dağıtmak ve TKP’ye geri dönmek istemiyle gizli toplantı yapmakla suçlayanların kısa bir süre sonra abilerinin verdiği karara uyarak BDH’dan ayrılıp kendi partilerine döneceklerini o an bilemezdim; ama yaşayacağım hayal kırıklıklarından ilkinin en azından önceki akşamdan farkındaydım ve kısa bir süre sonra gerçekleşti de.

CTP, DP ile koalisyon kurarak, öncesinde topluma yönelik işlediği ihanete -Kıbrıslıtürk solunun seçimlere tek çatı altında girmemesinden söz ediyorum- bir yenisini ekledi (meydanlarda çözüme kadar birlikte hareket etme sözü verilmişti). Bu noktada “erken seçime mi gitmesi gerekirdi?” sorusunu yöneltecek arkadaşlara verebileceğim en net yanıt “nasıl ki yola birlikte çıkıldıysa seçimlerin arından da ne yapılacağına birlikte karar verilmeliydi” şekline olacaktır. BDH ve ÇABP dahil sivil toplum örgütleri ve sendikaları toplantıya davet edip bir sonraki adımın neler olabileceğini tartıştıran ve bunun sonucunda DP ile koalisyon kuran CTP, elbette sorumlu davranmış olacaktı. Ama dostlar bunu yapmak yerine kendi bildiklerini topluma ihanet pahasına gerçekleştirmeyi daha uygun buldular.

Ardından bu kez de CTP ile topluma ihanet yarışı içerisindeymişçesine BDH’yı dağıtanların (ki dönemin yöneticilerinden hiçbirini bundan ayırmıyorum) tarihi hatası ile karşılaştık. BDH’nın neden partileşmesi gerektiğinden başlayarak, bu sürecin en demokratik ve sağlıklı yöntemleri üzerine başta BDH’yı oluşturan siyasi partiler, sendika ve sivil toplum örgütleri ile birlikte bir dizi toplantının zahmetine katlanmak oldukça güç olacaktı ki, dönemin yöneticileri, parçalanmayı göze alarak birbirlerine sırt dönmeyi tercih ettiler.

Bu noktada ellerini ovuşturarak büyük bir iştahla yazının başında not ettiğim “2003 seçimlerine tek çatı altında girilmemesi büyük bir hataydı” tespitime karşılık “işte BDH örneği hatta DMP örneğinden görüyoruz ki, bu mümkün değil” diyecek olan arkadaşlarım olacaktır. Bu yaptıkları hem 2003 seçimlerini normalleştirme girişimi olacağından, hem de partilerinin (sadece CTP değil) bu topluma yönelik sergilediği onlarca ihanete rağmen partili kimliklerini halen toplumsal çıkarların üzerinde tuttuklarını göstereceğinden ötürü, önerim; parti kimliklerinden ve dogmatik düşüncelerinden arınmaları yönünde olacaktır… Çünkü abilerimiz bunu başaramamışlardır… Bu birlikteliklerin topluma ihanete dönüştüğünü göremeyecek kadar gözlerimizi kapatan kimliklerin, ne bize ne de bu topluma bir faydası ol(a)mayacağı artık eskisinden daha net bir şekilde gözler önünde durmaktadır.

Siyasi (örgütsel) kimliklerimizden arınmamız gerektiğini düşünmemin başlıca nedenlerinden biri, hiç kuşkusuz kendi siyasal parti veya örgütlerimizin geçmişte yaptığı ve halen yapmakta olduğu hataları görebilmek, görmekten öte konuşabilmek/tartışabilmektir. Bunu gerçekleştirebilmeliyiz ki, hepimizin sahip olduğu (en azından benim tüm iyi niyetimle öyle varsaydığım) gelecekte, geçmiş hatalarından ders çıkarmış, “ortak” kültüre ve bugünkünden daha sağlam temellere sahip bir hareket yaratabilmeye yönelik özlemlerimiz ortak aidiyetlerimize dönüşebilsin.

Kendi “gerçeklerimizle” yüzleşmekten kaçacağımız her dakikanın, aslında karşı olduğunu iddia ettiğimiz Kıbrıs’ın kuzeyinde bugün var olan düzenin devamından yana tavır almakla eş anlamlı olduğunu artık kavramak zorundayız. Bunu yapmaz ve eski alışkanlıklarımıza devam eder, abilerimizin bizlerden beklediği gibi kin, öfke ve öteki üzerine kurulu, politika biliminden uzak mahalle siyasetinde ısrar edersek, Erdoğan’ın Kıbrıs ziyareti öncesi yapılan “Geleceği varsa göreceği de var” açıklamasında olduğu gibi içi boş ve temelsiz, gururumuzu okşamaktan öteye gitmeyen, güncel olaylara günlük refleksler geliştirmeyi politika sanan ve adına da mücadele denen bu ilizyonun birer kuklası olmaya devam edeceğiz…

Kendi kuklalığımızın ağır gerçeği karşısında kimimiz tek yol olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni adanın işgalcisi ve Ulusal Birlik Partisi’ni de O’nun işbirlikçisi olarak görmeye, kimimiz de tüm bu olup bitenlerden çoğunlukla Ulusal Birlik Partisi’ni sorumlu tutmaya devam edecektir. Durum analizlerimizde bugüne kadar bu iki seçenekle yetindiğimiz ve bizim gibi düşünmeyenleri de, ya marjinal ya da işbirlikçi olarak nitelendirdiğimiz içindir ki, her geçen gün artmakta olan polis şiddetini “kurtuluşa yaklaşma” olarak iddia edecek kadar algımız kapanmış ve kendi kuklalığımızı görmezden gelmeye başlamışızdır.

Kıbrıslıtürk solunun, toplumsal mücadele iddiasıyla, bugün ortaya koyduğu pratiğin rejime karşı söylemlerde bulunuluyor olunmasına rağmen aslında rejimin devamından yana tavır almak olduğuna çok net bir biçimde inanmaktayım. Söz konusu mücadelenin “liderleri” konumunda bulunan siyasi parti, sendika ve sivil toplum örgütlerinin rejim karşıtlığı noktasında samimiyetlerine dair ciddi şüphelerim vardır. Bu şüphelerimi doğrulayan binlerce gelişmenin canlı tanığı olarak on yıldan fazla bir süre geçirdim. Edindiğim tecrübeleri süzgeçten geçirirken birçoklarının yaptığı gibi, kendi kendini tatmin amaçlı, örgütlerin attığı “doğru” adımları süzgecin üzerinde bulundurmayı tercih edebilirdim ama yapmadım. Zaten doğruluk iddiasında veya arayışında da değilim ancak sergilenen pratiklerin ve kullanılan söylemlerin iddia edilen dünya görüşü ve hedeflenen gelecek güzel günler idealiyle çeliştiği noktaları mücadeleye zarar vermekte olduğu gerekçesiyle bir kenara not etmeyi de ihmal etmedim.

Bireyin kuklalığı iddiam iki temele dayanmaktadır: Bunlardan ilki Kıbrıs’ın kuzeyinde bugüne dek siyasetin “bıyıklı erkekler” tarafından ortaya konan bir pratik olmasından ileri gelmektedir (Bu noktada siyasetin Kıbrıslıtürk solu açısından ele alınması benim önceliğim olacaktır ki, sol da ortaya konan pratiğin de bıyıklı erkekler tarafından ortaya konuyor olması daha da düşündürücüdür). Örneğin söz konusu erkekler, engelli haklarına önem verdiklerini iddia etmektedir ama hiçbirinin (parti, sendika, dernek) aklına nedense binalarında engelli yurttaşların giriş-çıkışlarına yardımcı olacak düzenlemeler geliştirmek gelmediği gibi engelli yurttaşların mecliste temsiliyetine veya en azından yönetim kurullarında temsiliyetine yönelik hiçbir adım da atmamaktadırlar.

Söz konusu “bıyıklı erkekler” aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitliğine de inandıklarını iddia etmektedirler ve hatta bazıları tüzüklerinde kadınlara yönelik kota düzenlemesi de yapmıştırlar ama pratiklerinde bu sorunun çözümüne yönelik ciddi birtakım adımlar atmak bir yana söylemlerinde cinsiyetçi, ayrımcı ve ataerkil mesajlar çoğunluktadır. Hatta bazıları daha da ileri giderek feminist hareketleri marjinelleştiren söylemlerde bile bulunacak yüzü kendilerinde bulabilmektedir. Demokrasi mücadelesi verdiğini ileri süren ve üyelerinin çoğunluğu kadın olan onlarca sendika ve sivil toplum örgütünde dahi yönetim kurulları ezici çoğunlukla ve sözcülerinin neredeyse tamamı erkektir. Ayrıca söz konusu abiler aynı zamanda homofobiye karşı olduğunu ileri sürmektedirler ama nedense eşcinsel bireylerin yönetim kurullarında temsiliyetine yönelik de bugüne dek adım atmamışlardır.

Tabii ki demokratik hakların geliştirilmesine yönelik olarak bu abilerin hazırladığı tüzükler (olduklarını iddia ettikleri kimlikleri) ile ortaya koydukları pratik ve söylemler (oldukları kimlikleri) arasında var olan çelişkiler bunlarla sınırlı değildir; ama beni daha çok ilgilendiren bu abilerin kişisel ve zümresel çıkarları uğruna kuklalaştırdığı üyeleridir. Üyeler ki bu abilere kendilerini temsil hakkı tanımış, karşılığında da örgütsel aidiyet anlamında bir kimlik kazanmıştır. Bu kimlik öylesine güçlü bağlarla bireyi kontrol altına alacaktır ki, söz konusu abiler bu bağları istedikleri gibi kullanabilme cesaretini kendilerinde bulabileceklerdir ve o noktada bireyin atması gereken iki adımdan biri kuklalığını gizleme, diğeri de kuklalığı reddetme olarak karşısında duracaktır. Çoğu zaman kuklalığa devam etme yani örgütsel kimliğine sahip çıkma yolunu seçen birey kuklalığı reddettiği anda kimliksiz kalma korkusuyla yüzleşecektir. Peki ama birey kendi kuklalığını nasıl gizler?

 

Kıbrıslıtürk İlerici Bireyin Kendi Kuklalığını Gizleme Yöntemleri (1998 yılından günümüze olan yakın tarihin ışığında)

Partisinin hükümette olduğu dönemde bedelli askerlik uygulaması başlatılmıştır ancak birey bu uygulamanın yarattığı eşitsizlik ve göç koşullarını askerlikte iyileştirme olarak ortaya koymayı tercih edecektir. Partisinin hükümette olduğu dönemde parti yetkililerinin militarist etkinliklere katılmayı reddetmeyişini görmezden gelecek olan birey buna rağmen partisinin anti-militarist politikaya sahip bir parti olduğunu iddia edecektir. Partisinin hükümette olduğu dönemde TC hükümeti tarafından dayatılan ekonomik paket karşısında hükümetten istifa etmeyişini açıklamaya çalışan birey parti başkanını söylediği gurur okşayan bir söz ile geçiştirmeye çalışacaktır. Bu söz o kadar gururunu okşamıştır ki partisinin on yıl sonra dahi yapacağı her hatada bu sözü hatırlayacak ve mücadele parti içerisinde olmalıdır illüzyonuna kendisini tutsak edecektir.

Partisi UBP ile koalisyon görüşmelerine başlama kararı alsa da, kendi temel siyasetine (erken çözüm) aykırı hareket ettiği gerekçesiyle her fırsatta eleştiri yağmuruna tuttuğu Sn. Talat’ı destekleme kararı alsa da, sözcüleri militarist, seksist, ayrımcı, ötekileştiren ve hatta anti-demokratik açıklamalarda bulunsa da birey için mücadele parti içerisinde olmalıdır illüzyonuna tutsaklık partililik ve parti disiplini gereği hep doğru olan olarak kalacaktır. Tek derdi sendikalaşma olan ve buna karşılık olarak da yerlerde sürüklenen, coplanan, tutuklanan, işlerinden kovulan (halen işsiz olanlar mevcut) sendika başkanları ve bilim insanlarının yanında olmak yerine partisi hükümette olduğu için susmayı tercih edecek olan birey faşizme karşılık sesini ancak UBP hükümeti döneminde uygulanmakta olan polis şiddeti karşısında yeniden yükselterek ‘toplumsal’ sorumluluğunu yerine getirebilecektir.

Partisinin hükümette olduğu dönemde uyguladığı politikaları unutturmak adına “bugün karşımızda UBP iktidarı var, halk bizi sandıkta cezalandırdı” savunmasına girecek olan birey 2003 seçimlerini normalleştirme girişimi yaparak manipülatif bir tutum sergilediğinin elbette farkında olacak ama kimliğini korumak adına bunu yapmakta asla tereddüt etmeyecek. Partisinin hükümette olduğu dönemde başbakan olan eski genel başkanının “ay sonuna kadar polis sivile bağlanıyor” açıklamasına rağmen bunu neden gerçekleştirmediğinin hesabını sormayacak olan birey UBP hükümeti döneminde uygulanan polis şiddetinden sonra polisin sivile bağlanması gerektiğini yeniden hatırlayacak.

Partisinin hükümette olduğu dönemde Geçitkale ve Ercan havaalanları özelleştirilmek isterken bunu doğru kabul edecek olan birey UBP döneminde uygulanmakta olan özelleştirmeler karşısında özelleştirme yasasının olmayışını hatırlayacaktır. Bugün UBP tarafından uygulanmakta olan protokolü hükümette olduğu dönemde meclise getiren partisini “biz uygulamaycaktık sadece tartıştırmak için meclise getirdik” sözleri ile aklama girişiminde bulunacak olan birey bununla da yetinmeyip partisinin Geçici 10. Madde’nin kaldırılmasını öngören yasa tasarısını mecliste tartıştırmaktan kaçtığını ve hatta o dönem “Geçici 10. madde kaldırılmalıdır” diyenlere karşılık getirdiği ‘marjinallik’ suçlamasını unutarak bugün geçici 10. madde kaldırılmalıdır diyebilecektir.

Partisi döneminde Casino’lardan çıkarılarak mahallelere sokulan Bet Ofislerin yol açtığı toplumsal erozyon karşısında susacak olan birey parti gazetesinin bir bakanı Casino’da görüntüleme başarısından sonra UBP’li bakana yapmadığı muhalefeti bırakmayacak. Yaptığı muhalefet söz konusu bakanın uygulamakla mükellef olduğu yasayı bizzat kendinin yok saydığı üzerine olacak ama kendi Maliye Bakanı’nın partisinin gazetecisinin de bulunduğu bir basın toplantısında bakanlık binasında sigara içtiğini itiraf ettiğini de bu yazıyı okuyana dek bilmeyecektir.

Nasıl ve kimler tarafından kurulduğunu çok net bilmesine karşılık ÖRP’nin kuruluşunu meşru göstermeye çalışacak olan birey DP’li vekillerin UBP’ye transfer edilmeleri karşısında çok büyük tepki gösterecek bunu toplumsal iradeye yönelik darbe olarak nitelendirecektir. Her fırsatta Eroğlu’nu çözüm karşıtı veya konfederalist olarak sunacak olan birey bugün Lefke Spor Kulübü’nün KOP’a başvurusunu destekleyecek ama partisinin kendi hükümetleri döneminde iki futbol federasyonunun birleşmesine engel oluşunu eleştirmeyecek.

Emek ve iş dünyasını birleşmeye davet edecek ama partisinin emek ve iş dünyasının birlikte hareket ettiği dönemde iş çevrelerini bölmeye yönelik gerçekleştirdiği darbeyi hatırlamayacaktır. Ayrıca bu yazıyı okuyunca “ne darbesi genel kurulda demokratik bir yarış olmuştu” söyleminde bulunurken de parti yetkililerinin e-mail yazışmalarının gazetelerde yayınlandığını unutacaktır. Partisinin hükümette bulunduğu dönemde çözüm politikasını erteleyen ve izolasyonların kaldırılmasını talep eden söylemleri karşısında AB bize söz verdi diyebilecek ve hatta bunun Kıbrıslıtürkler referandumda AB sözleri karşılığında EVET dedi olarak algılanmasına yol açacağını da hesaba katmayarak ciddi bir manipülasyon denemesine daha girişecektir.

Partisinin hükümette olduğu dönemde çevreye verilen zararın boyutlarını ekonomik kalkınma adı altında gizlemeye çalışacak olan birey UBP hükümeti döneminde muhalefetini çevre sorunları üzerine kurmaktan kaçmayacaktır. Partisinin referandumda EVET propagandasına aktif katılımına rağmen dönem değişince “Emperyalist Çözüm” söylemi ile devrimci kimliğine bürünmesini “ama”lı cümleler ile açıklamaya çalışacak olan birey milyonlarca insanın katili diktatör Stalin’in bayrağını ‘insanca yaşam’ mücadelesinde taşımaktan da çekinmeyecektir.

Partisinin geçmişte ‘Ben barış yanlısı hükümeti düşürmem’ sözü ile güvenoyu verdiği partiyi bugün işbirlikçilikle suçlamasına aldırış etmeyen birey Talat’ı desteklemesinin ardından da bunu kamuoyu önünde hata olarak nitelemekten kaçarak ve unutturmaya çalışacaktır. Hatta parti başkanının bir dönem “KKTC’yi savunmak suç mu?” söylemine de kanıt talep edecektir. Sendikalı birey UBP döneminde uygulanan özelleştirme politikasına karşı olduğunu savunacak ama sendikasının “Halkın öz kuruluşu” olan BELÇA’yı sessiz sedasız özelleştirmesi karşısında tepkisini dile getirmeyecektir.

Sendikalı birey UBP döneminde uygulanan özelleştirme politikasına karşı olduğunu savunacak ama sendikasının DAİ ve DAK’ın Mağusalı iş çevrelerince satın alınmasına destek vermesine karşı çıkmayarak sendika yöneticilerinin bilinçaltındaki Türkiyeli düşmanlığını meşrulaştıracaktır. Sendikalı birey sendika yöneticisinin CTP hükümeti döneminde bugün UBP hükümetinin uygulamakta olduğu icraatlara gösterdiği tepkiyi göstermemesine karşı çıkmayarak sarı sendikacılığa meşru bir zemin yaratacaktır.

Partili birey yeni atanan TC büyükelçisinin ardından partisinin somut bir adım (meclisten çekilme) atması gerektiğini bildiği halde bunu yapmayan yöneticilerine tepki göstermek yerine Eroğlu’ndan somut bir adım (atamayı onaylamama) atmasını bekleyerek ölü gözünden yaş bekleyecek kadar kendinden geçecektir. Sendikalı birey sendika yöneticisinin ülkedeki İslamafobi’yi yükseltecek ve inancı olan bireyleri aşağılayacak açıklamalarına onay vererek halkların kardeşliğine vurulan darbeyi onayladığının farkında olduğundan bunu dayatma politikalara karşıtlık üzerinden meşrulaştırma girişiminde bulunacaktır.

Partisinin gazetesi kendisinden farklı düşünen sesleri demokratik zenginlikten öte rakip olarak kabul edeceğinden sansür uygulamaktan çekinmeyecektir ancak birey bunu kabul etmekte zorlanacağı için abilerinin yolundan gitmeyi ve söz konusu farklı düşünceleri marjinalleştirmeyi daha uygun bulacaktır ki aynı birey BRT’nin sansür politikasına karşılık olağanüstü gürültü kopartmaktan hiçbir zaman çekinmeyeceği gibi bundan böyle Kıbrıs Gazetesi’ni de UBP’nin gazetesi olarak adlandıracaktır ve her fırsatta boykot çağrısında bulunacaktır ancak aynı tepkiyi demokrasi adına partisinin gazetesine gösterme fikri nedense aklının ucundan bile geçmeyecektir.

Yukarıda saydığım örnekler dışında yüzlercesini sıralamak mümkündür ancak yaşadığımız çelişkileri ve kendi kendimizi reddederek bıyıklı abilerimiz tarafından belirlenen rollerimizde ne kadar başarılı olduğumuzu anlamak için bu kadar örnek öyle inanıyorum ki yeterlidir. Nasıl kuklalaştırıldığımızı ve bu gerçeği gizleyebilmek adına sözde bir mücadelenin aktif katılımcı bireyleri olduğumuzu iddia etmekten kendimizi alamayacak konuma nasıl getirildiğimizi daha detaylı analiz etme hakkımı bir başka yazıda saklı tutmak kaydıyla bu kuklalaştırma sürecinin diğer aktörlerine yani örgüt üyelerini kuklalaştırırken aynı zamanda düzenin birer kuklası olarak hareket eden örgüt yöneticilerinin kendi kuklalaşma sürecine değinmekte fayda görüyorum.

 

Peki ama Tek Kukla Örgüt Üyeleri mi?

Elbette Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan bataklığın tutsakları sadece örgüt yöneticilerinin kuklalaştırdığı üyeler değildir. Delege hesapları, adam kayırmaca, ayrımcılık vb üzerine genel kurulların düzenlendiği ülkemizde varlıklarını üyelerini temsiliyetine borçlu olan örgüt yöneticileri de sistem tarafından kuklalaştırılmış durumdadırlar. Yukarıda verdiğimiz bireyin kuklalaşma sürecinde ortaya koyduğu çarpık tepkilere neden olan pratiklerin uygulayıcısı durumunda olan söz konusu yöneticilerimiz de bu kez -devrim önderleri edasında yeri göğü inlettikleri illüzyonuna kapılarak- sistemin kuklalaştırdığı bireyler olarak karşımızda durmaktadırlar. Sendika yöneticisi abilerimiz örneğin mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için süresiz genel greve gitmek gerektiğini bildiği halde böyle bir karar alması durumunda örgüt üyeleri tarafından meşruiyetini kaybedeceği korkusuyla (ve sanırım iddia edildiği gibi bir mücadeleye olan samimiyetle de derinden alakalı) bunu gerçekleştiremeyecektir.

Bu noktada kuklalaşmış bireyin meşrutiyet krizine yol açacak böylesi bir tepkiyi nasıl vereceği sorusu akla gelmektedir. Cevabı çok basit ve anlaşılırdır; “Ekonomik kaygılar”. Sendika yöneticilerinin alacağı süresiz genel grev kararı sonrasında aylık kazancı tehlikeye girecek olan bireyin bu kararı nereye kadar destekleyeceği çok net değildir. Tabi bu noktada bıyıklı sendikacımızın üyeleri ile olan iletişimi ve dolayısı ile üyelerini temsiliyetleri sorgulanmalıdır. Kaldı ki yazının ilk bölümünde değindiğim gibi Kıbrıslıtürk toplumunun bugün ortaya koymaya çabaladığı toplumsal muhalefetin özünde sadece ekonomik beklenti olduğunu ileri sürmek veya bu beklentiyi küçümsemek yapılabilecek hataların belki de en büyüğüdür. Elbette bireyleri daha iyi bir gelecek mücadelesine güdüleyen faktörlerin en başında ekonomik kaygılar gelecektir. Bunu küçümsemek bugünün küresel dünyası ile Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan bataklığın yarattığı sosyo-kültürel erozyon arasında sıkışıp kalmış toplumsal yapımızı ‘doğru’ okuyamamak anlamına gelecektir ama Kıbrıslıtürk bireyin örgütsel kimliklerinden kurtularak ortaya koyduğu iradenin (her iki dönemde de) salt ekonomik beklenti temelinde şekillenmediğini (siyasi, sosyal ve kültürel talepler) görememek gelecekte daha vahim sonuçları (ötekileştirme, ırkçılık vs) beraberinde getirecektir.

Bu noktada sendika yöneticisi (bıyıklı) abilerimizin siyasi partiler ile olan (ki karşılıklıdır) yarışları akla gelmektedir. Yarış içerisinde olan sendikalar ve siyasi partiler TC hükümetinin atadığı yeni büyükelçi olayını bile toplumun ortaya koyduğu taleplere tam anlamıyla aykırı olmasına rağmen ‘doğru’ değerlendirememiştirler. Toplumsal muhalefetin doruk noktasında olduğu bir dönemde, Eroğlu’nun “bu şahsı görevden alın” mektubuna rağmen TC hükümeti “buraların efendisi benim” edasıyla yeni ‘valisini’ atamaktan çekinmeyecek ama CTP ve TDP meclisten çekilerek toplumsal muhalefetin önünü açmak konusunda oldukça çekingen davranacaktır. Sendikaların süresiz grev kararı almak için ihtiyacı olan muhalefetin ekonomik temelden bağımsızlık temeline kaydırılmasına zemin hazırlayabilmek adına bile bu iki parti bu hamleyi gerçekleştirme sorumluluğuna sahiptiler. Ama öyle anlaşılıyor ki akıllarda halen atanan valinin varlığına rağmen UBP’yi istifaya zorlamak ve erken seçim sonucunda hükümete gelerek bugün UBP’nin uygulamakta olduğu protokolde ufak tefek birkaç değişiklik gerçekleştirerek bu protokolü uygulama fikri yatmaktadır.

Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan sistem bıyıklı abilerimizi de işte böyle kuklalaştırmaktadır. Örgüt üyelerinin kendi kuklalığını gizleme yöntemlerini yukarıda incelemiştik. Bu bıyıklı abiler de kuklalıklarını gizleyebilmek adına daha farklı yöntemlere başvurmayacaklardır. Onlar içinde her daim yaratacakları ötekileri mevcuttur. Soldan gelen eleştirilere ‘marjinaller’, sağdan gelen eleştirilere de ‘faşistler’ suçlaması yapmak kuklalığın ağır gerçeğinden kurtulmaya yetecektir; çünkü bu abiler bilmektedir ki, üyeleri aracılığı ile elde ettikleri güç kendilerine kurguladıkları yalanları üzerinden yeni kuklalar yaratma amacına yönelik olarak medyada temsil, mecliste söz, meydanda konuşma hakkı vermektedir.

Düzenin kuklalaştırdığı CTP hükümette kalabilmek adına tutsaklığa boyun eğmiştir ki bugün polis devleti kendini daha çok hissettirmektedir. CTP döneminde polisin şiddet uygulamadığını iddia etmek ancak derin ve uzun bir uykudan yeni uyanmış bireyin yapabileceği bir şeydir. Ama bundan da önemlisi CTP’nin ülke demokrasisini daha ileri bir noktaya ulaştırmak adına ciddi ve gerekli adımlar attığını ileri sürmek körü körüne bir kimliğe sarılma arayışından öteye asla gitmeyecektir. Tek başına Doğan Harman ve ÖRP gerçeklerine bakarak bile CTP’nin hükümetteki tüm icraatlarını yeniden gözden geçirmek gerektiğini bizlere göstermektedir ama bunu en çok da yapması gereken CTP’li kimliğine sıkı sıkı sarılarak tutsaklaşan bireyden başkası değildir.

Aynı zamanda TDP’nin de gerek UBP ile koalisyon görüşmelerine başlama kararı (ki PM kararı öncesi antidemokratik bir şekilde başlatılan görüşmelerden söz etmekteyiz) ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Talat’ı destekleme kararı bugün neden meclisten çekilme konusunda samimi olmadıklarını ortaya koymaya yeterlidir.

Her iki parti de mecliste bulunarak devleten aldıkları ödeneğin yanında TC hükümetine şirin görünme çabası içerisindedirler. Her iki parti de UBP’nin istifa etmesi ile bu ülkede hiçbir şeyin değişmeyeceğini çok iyi bilmektedirler. Her iki partinin de değişim olarak ortaya attığı 2003 ve 2009 yılları arasında var olan polis devletinin üzerini örtme ve TC’nin yasama ve yürütmeye etkisini unutturma pratiğinden farklı bir şey değildir.

Bu pratiğin önemli iki dayanağı vardır. Bunlardan ilki tıpkı CTP hükümetleri döneminde olduğu gibi hukuksuzluk, çözüm karşıtlığı ve anti-demokratik politikalar karşısında yeniden kabuğuna çekilecek olan sarı sendikaların varlığıdır. Diğer önemli dayanak noktası ise yaratılan yandaş basındır ki her türlü sansür, manipülasyon ve dezenformasyon konusunda önceden deneyim sahibi olan bu kesimlerin bıyıklı abilerimizin iktidarlarına katkısı düşünülenden daha yüksektir. Her iki dayanak noktasının bir başka önemli özelliği de solda duran abilerimizin hem muhalefette oldukları hem de hükümette olacakları dönemde oynamaları gereken rollerinin önceden belirlenmiş olmasıdır ki bu belirlenim de söz konusu siyasal partilere örgütsel kimlikler aracılığı ile bağlılıktan ve/veya maddi çıkarlardan gelmektedir. Ama bunun bizim ülkemizdeki adlandırılması yurt sevgisi ve toplumsal sorumluluk olarak şekillenecektir ki bu noktada Ulus Baker’in “Gördüğüne inanma” sözüne atıf yapmamak mümkün değildir.

Solda duran diğer siyasi partilerin de toplumsal mücadele iddiasıyla daha güzel bir gelecek hedefinde ne kadar samimi oldukları ve inandıklarını iddia ettikleri dünya görüşü ile nasıl çeliştiklerine ilişkin sayısız örnek mevcuttur. CTP ve TDP’nin ‘marjinaller’ diye suçlamaya çalıştığı çevrelerin söylem temelinde farklılaşması ‘aynı’ olmadıkları iddiasını temellendirebilmek için yeterli değildir çünkü bu suçlamalara yönelik olarak söz konusu örgütlerin de giriştiği pratik onlardan çok farklı değildir. ‘Marjinaller’ suçlamasına yönelik geliştirilen refleks ‘işbirlikçiler’ suçlaması temelinde yeni bir ötekileştirme sürecine dönüşüyorsa bu noktada savaş artığı eğitim ve hukuk düzeninin izlerine Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan her bireyde rastlamak mümkün demektir. KKTC kendini düşman ve öteki üzerine inşa etmiş ve bunun üzerinden meşruiyet sağlamayı uzun bir süre de başarmıştır ancak toplumun geleceği önünde düşmanın da bizzat bu sözde devlet olduğu ekonomik ve siyasi kurumların iflası daha fazla gizlenemez olduğu noktada su yüzüne çıkmıştır. Peki ama bunu kavrayabilmek için Kıbrıslıtürkler bunca zamanı kaybetmek zorunda mıydı, belki de zorundaydı.

Ancak geldiğimiz noktada öteki yaratma üzerinden birbiri ile kavga eden, “insan devlet içindir” fikrine karşılık “devlet insan içindir” önermesini yapabiliyorken, “örgüt üye içindir” önermesini bir türlü yapamayan ve örgütsel kimliklerinden kurtulmayı başaramayan ilerici bireyin toplumsal mücadele olarak ortada duran ‘kuru gürültünün’ peşinden giderek hedeflenen noktaya ulaşılamayacağını kavraması için yeterli zaman geçmedi mi?

Bugün toplumsal mücadele verdiğini ileri sürenlerin samimiyetlerini sorgulamadan, bizleri heyecanlandıran her sözlerinin ardından gitmek, gelecek ‘güzel günleri’ geleceğin de ötesine itekleme riskine de kapı aralamak olduğunu görmezden gelmemeliyiz. Düzene karşı olduğunu ileri sürenlerin düzenin resmi ideoloji ve pratiklerini takip ediyor olduğunu kavramak için Kıbrıs’ın kuzeyine “Aydınlanma Çağı’nın” uğramasını bekleyeceksek daha uzun bir süre karanlık bir geleceğin gölgesi altında kafamıza vurulan her polis cobu’nu kurtuluşa daha da yakınlaşmak olarak ortaya koymaya devam edeceğiz. Bunu yaparak da elde edeceğimiz şeyler elbette vardır. Örneğin bıyıklı abilerimizin daha fazla gürültü koparmasına olanak tanımış olacağız ve bu gürültünün bizlere vereceği tatmin karşısında facebook üzerinden verdiğimiz mücadelenin meyvelerini bir araya getirebileceğiz. Tercih elbette ilerici Kıbrıslıtürk bireyindir. Bir yanda yukarıda özetlemeye çalıştıklarım bir yanda da kendini özgürleştirme çabamın bana düşündürdükleri sonucunda yazıya döktüklerim vardır.

Çarpık zihinlerimizin yarattığı algılarımızda iletişim fakültesi mezunu bireylerin ya gazeteci ya da reklamcı olacağını düşünen toplumun bir ferdiyim. Gazetecilik mesleğine sempatim hep oldu ancak reklamcı olabileceğini düşünen biri değilim. “İyi de neden bu eğitimi aldın?” sorusu ile birçok kez karşılaştım ve tutarsız bir kişilik mi sergiliyorum sorgusuna kapıldığım anlar da oldu. Yine de reklam endüstrisine karşı oldukları halde “Kapitalizmi kendi yöntemleri ile yenmek gerekir” iddiası ile reklam endüstrisinden fayda elde etmeyi uman ‘devrimci’ örgütlerin sergilediği tutarsızlık karşısında içimi rahatlatmayı hep başardım. Bu yazıda hiçbir örgütün reklamı bu nedenle yapılmadı, kaldı ki ‘ilerici’ örgütlerimiz kendi reklamlarını gerçekleştirmek konusunda oldukça başarılılar ve bu da aslında onların sorumluluğunda. Eğer amacım bu örgütlere seçim veya propaganda malzemesi hazırlamak olsaydı, örgütlerin ayrı ayrı gerçekleştirdiği ‘doğru’ adımları sıralamayabilirdim ancak tam aksi örgütlerin sürdürmekte olduğu propagandanın yalan taraflarını ortaya koymayı amaçladım çünkü sergilemekte oldukları toplumsal mücadele pratiğinin almakta olduğu yolu görebilmekte güçlük çekenlerden değilim.

 

Bu Bir Aşk Çağrısıdır!

Özetle, Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan ve Kıbrıslıtürk solunun da kurulmasında büyük pay sahibi olduğu düzen, ilerici örgütlere, kendi belirlediği siyasal pratiğin dışına çıkma şansı tanımayarak (veya sınırlı imkanlar sunarak) söz konusu örgütleri kuklası haline getirmektedir. Diğer yandan bir araya gelerek bu örgütleri oluşturan Kıbrıslıtürk ilerici bireylerde sahip oldukları örgütsel kimliklerine sahip çıkma içgüdüsü ile örgüt yöneticilerinin ve dolayısı ile düzenin birer kuklası halini almaktadırlar. Düzenin dayattığı dili kullanmaktan çekinmeyen ve bunu doğal bir sürecin meyvesi olarak ortaya atan ilerici birey örgüt kimliğine sıkı sıkı sarılarak farkında olmadan faşist bireye dönüşmektedir.

Ulus devletlerin insanlığa yaşattıklarını düşünmeden, bağımsızlık talebi adı altında ulus devleti yüceltme telaşında olduğunun farkında olmayan, sınırsız bir dünya için devrimci mücadele verdiğini iddia ederken sınırların kontrolünü siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlara çözüm olarak ortaya atarak bilinçaltındaki ‘öteki’ düşmanlığını sergilemekten çekinmeyen, yaşasın halkların kardeşliği sözünü her fırsatta dile getirmesine karşılık Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşamakta olan Kıbrıs doğumlu olmayan bireylere kin ve nefret besleyecek kadar ‘ırkçılaşan’, polis şiddeti karşısında şiddet kullanmayı meşrulaştırma girişiminde bulunurken anti-militarizm ilkesini sadece kulağa hoş geldiği için kullandığını sergilemekten çekinmeyen, kültürel yok oluş iddiasında bulunacak kadar kültür kelimesinin anlam genişliğinden yoksunluğunu ve Kıbrıslı milliyetçiliğine varan yaklaşımlarını gelecek için kurtuluş olarak ortaya atan ‘ilerici’ bireyin tüm bunlardan kurtulmak için atması gereken ilk adım düzenin dilinden kurtulmak olmalıdır.

Erkek egemen aile yapımız ile gelişen algımızın, bilimden uzak eğitim sistemi (milli!) ile şekillenen bilincimizin, üç tarafı deniz, bir tarafı dikenli tel ve mayınlarlarla sınırlandırılan ufkumuzun bizi bugün getirdiği noktadan uzaklaşmak ve düşlediğimiz güzel günlere yakınlaşmak arzusuna halen sahipsek bilmeliyiz ki özgürleşmeden özgürlük mücadelesi vermek mümkün değildir ve tutsaklığımıza sebep olan en önemli iki faktörden biri örgütsel kimliklerimiz diğeri de egemen söylemlerdir (iktidar sahibi tüm odakların geliştirdiği).

O halde yapılması gereken çok güç değildir. Örgütsel kimliklerin ve egemen söylemlerin reddi alternatif mücadele alanlarının yaratılmasına yönelik olarak atılması gereken ilk adımdır. Kitlesel olarak gerçekleştirilecek bu adımın ardından ilerici birey bilecektir ki bundan böyle öteki arayışında bulunmasına gerek yoktur çünkü öteki Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan düzen ve bu düzenin savunucularıdır. Örgüt yöneticilerinin, toplumdan ve üyelerinden özür dileyerek alternatif mücadele alanında yer almasını beklemek bugün için oldukça güçtür ancak bu alternatif mücadele alanının genişlemesinin aslında onların da kendi tutsaklıklarından kurtulmalarına imkan verdiğini fark etmeleri çok uzun zaman almayacaktır.

Bugün mücadeleye davet bilinçaltlarındaki şiddet mesajları ile yükseltiliyor Kıbrıs’ın kuzeyinde. Ben ise bundan farklı olarak, hem egemen düzenin kendisinin hem de kuklalaştırdığı örgütlerinin bana dayattığı tutsaklığı reddederek bunu başaramayan ilerici bireyden farklı davranacağım. Benim çağrım kavgaya çağrı değil aşka çağrıdır. Kıbrıs’a ve insana olan aşkıma toplumsal mücadele yalanı üzerinden ihanet edecek kadar kendime yabancılaşmadığım için inadına aşk çağrısı yapmaya devam edeceğim. İnsan için verilecek mücadelenin temelinde aşkın, müziğin ve dansın yattığına inananlardan olmaya ne pahasına olursa olsun devam edeceğim.

Kaleme aldığım bu yazı on yılı aşkın bir sürenin bende biriktirdiklerini aşık olduğum ilerici Kıbrıslıtürk bireyler ile paylaşmak ve Kıbrıs’ın kuzeyinde bugün yükseltilmekte olan yabancı düşmanlığı, Türkiye karşıtlığı, islamafobi, miliyetçilik ve militarist meşrutiyete cevap verebilme arayışıdır. Bunca yıl ‘kullanılmış’ olmanın ve düzenin devamından yana tavır almış olmanın verdiği suçluluk duygusu bir noktada patlayacaktı, öyle de oldu. Yazının uzun olduğunun farkındayım ama kendimi sınırlamayacağıma dair kendi kendime söz vererek bu yazıyı kaleme almaya başlamıştım. Uzun yazılar sıkıcı olur, biliyorum ama Kıbrıs’ın bugününe baktığım zaman geleceğine ilişkin gözümün önünde canlanan tablonun bende yarattığı psikoloji daha farklı bir yazıya imkan tanımamaktaydı.

Bu yazıyı okuyan birey, hiçbir şey olmamış gibi yaşamına devam edebilir, burada anlatılanlara öfke ile yaklaşabilir veya yazılanları anlamaya yönelik en azından çaba harcama zahmetinde bulunabilir. Tüm bunlarda haklısın ama örgütler olmadan mücadele vermemiz mümkün değil diyen birey de olacaktır elbette. Katılmadığımı şimdiden belirteyim. Kendi ezberlerimizden kurtulmayı başardığımız an da düzenin ezberini bozacak adımlar atabileceğimize yürekten inanıyorum. Nasıl mı, birlikte hayal edelim;

“Sevgili İnönü Meydanı;

Bu kez prangalarımızdan kurtularak geliyoruz.

Bu kez yüreklerimizde kin ve nefretin izleri olmadan geliyoruz.

Bu kez egemen düzenin ezberlerinden kurtularak geliyoruz.

Bu kez birbirimizin gözlerinin içine bakarak birbirimizden özür dilemek için geliyoruz.

Bu kez belimizde gitarlarımız, elimizde çiçeklerimizle geliyoruz.

Bu kez pankartlarımızın ucundaki tahta sopaları da evde bırakarak geliyoruz.

Bu kez ilgili taraflara sunacağımız taleplerimiz yerine getirilmeden oradan kaçmayacağız.

Bu kez kavga etmeye değil aşk yapmaya geliyoruz.

Bu kez örgütümüzün güç toplaması için değil Kıbrıs’ımızın yarınları için geliyoruz.

Bu kez unutulan Kıbrıs sorununun çözümünü yeniden hatırlatmak için geliyoruz.

Bu kez tüm dünyaya demokrasi dersi vermek için geliyoruz.

Bu kez polis devletine cevabımız şarkılar ve danslar eşliğinde olacaktır.

Bu kez bayraklarımızı evde bırakıyoruz.

Bu kez bu düzeni yıkmaya geliyoruz.

Ve ilk kez en önde kadınlara, gençlere, eşcinsellere, göçmenlere, engellilere yer vereceğiz.”

Bu noktada Kıbrıslıtürk ilerici bireyin cevaplaması gereken en önemli soru şudur;

Her gün, herkesin gözleri önünde inandığım dünya görüşüne kendim ihanet etmek yerine, bir kez olsun Kıbrıs’ımla herkesin gözü önünde sevişecek cesaretim, yarınlara karşı umudum ve aşkın gücüne inancım halen mevcut mudur?

Ve son sözümde Kıbrıslıtürk ilerici dostumadır; izlediğiniz yol haritasının ve yükseltmekte olduğunuz milliyetçi, militarist, ırkçı muhalefet dalgasının ben de yarattığı umutsuzluğun boynuna geçirebilecek genişlikte urgana sahipseniz, devrimci infaz mahkemelerinizde yargılanmaya hazırım ancak emin olun ki benim Kıbrıs’a ve insanlığa olan aşk ile dolu yüreğim urganınızın genişliği ile başa çıkabilecek büyüklüktedir.

 

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
218AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin