kızıl yeşilKapitalizmin futbolu / Osman Bulugil – emekdunyasi.net
yazarın tüm yazıları:

Kapitalizmin futbolu / Osman Bulugil – emekdunyasi.net

Yeniçağ podcastını dinleyin

Bu yazıda futbolun endüstrileşmesi ve bu sürecin günümüzdeki görünümü ele alınacaktır. Endüstriyel futbola yaklaşımımız aynı zamanda kapitalizmin zaman ve mekân üzerindeki tahakkümünün futboldaki yansımalarını da ele alarak, köylülerin özgürce oynadığı oyunun işçi sınıfına pazarlanabilir bir meta olarak sunulmasına, pazarda özgür emekçiler olarak futbolculara ve taraftarlara değineceğiz.

Futbol kulüplerini, örneğin sadece gelir kalemine göre zengin ve yoksul kulüpler diye ayrıma sokmak, aralarındaki ilişkileri görmemizi engelleyecektir. Böyle bir ayrıma gidildiğinde zengin kulüpler yüksek bonservis bedelleri vererek transfer yapan kulüpler olarak; yoksul kulüpler de oyuncu yetiştirip onlara satan kulüpler olarak algılanacaktır. Böyle bir ayrım, yüksek bonservis bedelleriyle transfer yapan kulüplerle, onlara oyuncu satan kulüplerin birbirinden farklı olduklarını, yani aralarında dışsal bir ilişki olduğu anlamına gelecektir.

Burada durumu anlayabilmek için öncelikle, transferde (veya futbolla ilişkili her olguda) oyuncu alan veya satan kulüplerin içsel bir ilişki içinde olduğunu ortaya koymamız gerekmektedir. Kulüpler arasındaki içsel ilişkinin varlığı birbirlerini yeniden ürettiğini bize göstermektedir. Örneğin Porto veya Sevilla gibi kulüplerini oyuncu yetiştiren ve zengin kulüplere satan birer model olarak alırsak, içsel ilişkiyi ve tam da bu ilişkilerin birbirini ürettiğini kaçırmış oluruz. Sevilla ve Porto gibi kulüplerin varlığı, sattıkları oyuncuları alan kulüpleri üretirken; bütçesi daha yüksek kulüplerin varlığı da Sevilla ve Porto gibi kulüpleri yaratmaktadır. Sevilla’nın Dani Alves’i Barcelona’ya satması, bu ilişkiyi yeniden üretirken, aynı zamanda Sevilla, sattığı oyuncunun yerine yeni bir oyuncu (genellikle genç yıldız adayı) alıyor olması, Sevilla ile Barcelona arasındaki ilişkinin Sevilla ile başka kulüpler arasında yeniden üretilmesi anlamına gelmektedir.

ENDÜSTRİYEL FUTBOLA GİDEN YOL

“Kapitalist üretim biçiminin, insan hayatını, zamanı ve mekânları yeniden örgütlemesiyle birlikte bir ‘oyun’ olarak futbol da değişmek zorunda kalmıştır. Gerçekten, daha önceleri, yani köylülerin özgür topraklarında ve boş zamanlarında oynanagelen futbol, toprakların özel mülkiyet konusu haline gelmesi (çit çevirme) ile bir açıdan ‘mekânsız’ kalmıştır. Köylülerin, yeni oluşan kentlere işgücü olarak sürülmesi ise oyunu ‘oyuncusuz’ bırakmıştır. Günde ortalama 18 saat çalışan işçilerin, artık bu enerji isteyen oyunu oynayacak halleri kalmaz. Kapitalizmin zaman ve mekân üzerinde bu şekilde tahakküm kurmasıyla futbol da artık popüler, gevşek kurallı, kimi zaman 300 kişinin bir arada oynayabildiği bir oyun olmaktan çıkar.”

Kapitalizmin zaman ve mekân üzerindeki tahakkümü, köylüler için mekânsız bıraktığı futbolun yeni mekânlarını üretmeye başlamıştır. Bu dönüşüm kentlerde işçi sınıfının, artık bu yeni mekânlarda oynanan futbolun izleyicisi başka bir yönüyle de tüketicisi konumuna getirmiştir. Artık futbolun eski oyuncularının, köylülerin, oyunu oynayacak ne günleri ne de zamanları vardır; tatil günlerinde sadece, yeniden üretebilmek için dinlenme/eğlenme görünümü altındaki tüketme etkinliğidir artık futbol.

Kapitalizmin işçi sınıfıyla futbolun ilişkisini dönüştürmeye başlamasını salt bir tüketim olarak ele alamayız. Statlara gidip maç izlemek sadece bilet veya kulübün lisanslı ürünlerini satın almakla açıklanmaz. Stadyumlar aynı zamanda iktidar ilişkilerinin somut olarak inşa edildiği mekânlardır. İktidar ilişkisinin kapitalist sistemde meşruluk kazandırılma mekanlarından biri olan stadyumlarda, saha içindeki “ağabey” oyunculara, şeref tribününden localara, kale arkasından maçları oturarak izlemeye, birçok statta kadın tuvaleti olmamasına kadar somut olarak görülmektedir. Futbol kapitalizmin kendini yeniden ürettiği bir alandır. Tam da bu yönüyle futbol, üzerinden cinsiyetçilik, ırkçılık gibi sistemi üreten ideolojilerin meşruluk kazandığı bir alandır.

Aynı zamanda kapitalizmin zaman ve mekân üzerindeki tahakkümü dolayımıyla artık boş zamandan azami yarar sağlamaya dönük yaklaşımın işçi sınıfının yaşamının parçası haline gelmesi futbolu bir oyun olarak oynamak bir yana, futbolla ilişkiyi dönüştürmektedir. Futbolun planlanan bir zaman dilimde tüketilen ve aynı zamanda yeniden üretilen ilişkilerin bütünü olması, bu ilişkilerin toplamdan bağımsız olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu yönüyle kapitalizmin zaman ve mekan üzerindeki tahakkümü, işçi sınıfını sadece futbolu oynamaktan alıkoymamış aynı zamanda işçi sınıfının futbolla ilişkisini uçucu bir hale dönüştürmüştür. Bu noktada Talimciler’den yapacağımız alıntı anlamlı olsa gerek:

“Kapitalizm tüketim ve boş zaman arasındaki ilişkide televizyon aracılığı ile kitlelere ‘carpe diem’ (günü yakalayın) mesajını aktarır. Şimdiki zamanın yaşanması ön plana geçirildiğinde yani geçmiş ve gelecek yerini bugün yaşanmakta olan şimdiki zaman aldığında spor ve televizyon arasındaki birliktelikte güçlenmektedir. Spor olayının şimdiki zamanda yaşanmasında “spor ve oyun sahasının sınırlarının belirlenmesi, saha içi sınırlamalar, spor yapma süresinin sınırlanması, bir tecrit etme, zaman ve mekân sınırları belirli yeni bir ‘dünya’ yaratma anlamıdır… Öyleyse spor ve oyun özleri gereği hep ‘şimdi’de olan bir şeydirler.”

Kapitalizmin zaman ve mekân üzerindeki tahakkümü ve işçi sınıfıyla futbol arasındaki ilişkiyi dönüştürmesinin yanında kulüpler ve futbolcular üzerindeki dönüşümden bahsetmek gerekiyor. Bu yönüyle pazarda dolaşım aracı olarak futbolcular öne çıkıyor. Köylülerin bir yönüyle de sınırsız ve sayısız oynadıkları futbol, kapitalist üretim koşullarında dönüşmeye başlamıştır. Sürecin işleyişi vurgulamamamız adına Karl Marx’tan yapacağımız alıntı çok anlamlı olsa gerek:

“Üretim ve geçim araçları kendiliklerinden nasıl sermaye değilse, para ve metalar da kendiliklerinden sermaye değildir. Bunların sermayeye dönüşmeleri gerekir. Ama bu dönüşümün kendisi ancak belli koşullar altında olabilir, yani birbirinden çok farklı türden iki meta sahibinin yüz yüze ve temas haline gelmesi gerekir; bir yanda, başkalarına ait emek-gücünü satın alarak, ellerindeki değerler toplamını arttırmak isteğinde bulunan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri; öte yanda, kendi emek-güçlerini ve dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. …Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist üretimin temel koşulları sağlanmış olur.”

Futbolcuların pazarda emeklerini satan özgür emekçiler olarak pozisyonları, Bosman Kuralları ile daha da netleşti. Bosman Kuralları öncesinde futbolcuların pazarda meta olarak dolaşımı sadece kulüpler arasındaki ilişkiyle gerçekleşiyordu.

Bosman Kuralları’yla birlikte emeklerini satan özgür emekçiler olarak futbolcuların emeklerini satabilecekleri kulüplere gidebilmeleri daha da esnekleşirken, bu durum aynı zamanda kapitalizmin futbol üzerindeki tahakkümünü yeniden üretiyor. Bosman Kuralları’nı sadece futbolcu maaşlarına yaptığı etkiyle açıklayamayız. Burada emeklerini satan özgür emekçiler olarak futbolcuların, maaştan önce emeklerini satabilecekleri en uygun kulübe gitmeye yöneldikleri görülecektir. Bu açıdan, sözleşmesi biten futbolcu için öncelikli hedef konumunda ileri kapitalistleşmiş ülkelerin kulüpleri gelmektedir. Örneğin, Galatasaray’da Arda Turan’ın sözleşmesi bittiğini ve serbest kaldığını düşünelim. Arda Turan’ın gideceği ülke Romanya olmayacaktır, ileri kapitalistleşmiş ülke kulüplerinden biri olan Manchester United’a gittiğinde artık emeğini en geniş koşullarıyla pazarlayabilecek ve bu durum aynı zamanda ileri kapitalist ülkelerin kulüplerinin futbolda tekelleşme sürecini üretecektir.

Bosman Kurallarının yanında, bugün kapitalist sistemde futbolun en büyük pastası olarak öne çıkan organizasyonlarda (UEFA ve FİFA’nın düzenlediği turnuvalar) yapılan değişiklere vurgu yapmamız gerekiyor. Burada da özellikle Şampiyonlar Ligi öne çıkıyor. Şampiyonlar Ligi’nin her yıl yapılıyor olması ve ileri kapitalist ülkelerin başa oynayan takımlarının mücadele (!) alanı olması nedeniyle en dikkat çeken düzenlemeler bu organizasyonda yapılıyor.

Bu yapısıyla endüstriyel futbolun gözbebeği konumundaki Şampiyonlar Ligi’ni irdelediğimizde, -Devler Ligi olarak adlandırdıkları turnuvada- ileri kapitalistleşmiş ülkelerin başa oynayan takımlarının turnuvası olduğu göze çarpmaktadır. Öncelikle gruplara torba sitemine göre yerleştirilen takımlar zaten baştan güç dengesine göre sınıflanmış oluyor. Örneğin Manchester United, Juventus, PSV ve S. Bükreş’ten oluşan bir grup olduğunu düşünelim. Birinci torbadan gelen Manchester United’ın gruptan çıkma sansı çok yüksek. Onu Juventus takip ediyor. PSV belki ikinciliği zorlayabilir ama S.Bükreş’in şansı çok az.

Platini döneminde Şampiyonlar Ligi statüsünde yapılan değişiklik ilk bakışta daha küçük bütçeli kulüplerin işine yarıyor gibi görünüyor. Fakat değişiklik aslında ileri kapitalistleşmiş ülkelerin başa oynayan takımlarına yarıyor. Platini’nin ağızlarına bir parmak bal çaldığı “küçük kulüpler”, gruplara girebilseler bile de onları birinci ve ikinci torbadan gelen takımlar bekliyor. İleri kapitalistleşmiş ülkelerin ilk iki veya üçteki kulüpleri direk şampiyonlar Ligi’ne katılıyor. Bu durumda da üçüncü veya dördüncü sırayı alan takımlar da tek ön elemeyi geçmekte pek de zorlanmıyor. Örneğin İngiltere’de çoğunlukla ligi dördüncü bitiren Arsenal veya Liverpool her yıl rahatça Şampiyonlar Ligi’ne katılıyor. Gruplara takımların dağılımının yanında başka bir boyutuyla da, Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek ve yarı finalde hangi ülkelerin takımlarının yer aldığıdır. Burada da ileri kapitalistleşmiş ülkelerin ilk dörde oynayan takımları belirgin olarak öne çıktığı görülmektedir.

Futbol kulüpleri, turnuvalar ve oyuncuların kapitalizmdeki dönüşümleri ve birbirini üretiyor olmasını taraftar boyutunu ele almadan irdeleyemeyiz. Bu yönüyle de özellikle taraftarın yabancılaştırılması olgusundan bahsetmemiz gerekiyor. Taraftarın yabancılaştırılması, kapitalizmin futboldaki tahakkümüyle beraber başta ileri kapitalist ülkelerde daha belirgin olarak göze çarpıyor.

Bu noktada kapitalizmin taraftarı yabancılaştırmada en çok kullandığı holigan kavramı öne çıkıyor. Modernlik olarak sunduğu seyirci profili de tam da yıkıntıların örtülmesiyle inşa ediliyor. Bugün özellikle İngiltere’de, statlara VIP (very important person) koltuklarda iş sözleşmelerinin yapıldığı, sadece maç günü değil, haftanın her günü tüketime yönelik olan ve sahadaki “oyun” dan çok store’lerdeki ürünleriyle kapitalizmin barbarlık belgesini görüyoruz. Bu noktada Walter Benjamin’den yapacağımız alıntı çok anlamlı olsa gerek:

(…) Bu kültürel zenginlikler, hiç istisnasız, dehşet duygusuna kapılmadan düşünülemeyecek bir kökene sahiptir.(…) Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan.”

Bu açıdan kapitalizmin yıkıntılardan kurduğu “futbol kültürüne” karşı direnen taraftar gruplarından bahsetmemiz gerekiyor. Bunların en başında da İtalya futbolunda farklı bir yere sahip olan liman kenti Livorno’dan söz etmek gerekiyor. Aynı zamanda bir işçi kenti olan Livorno, İtalya komünist partisinin de kurulduğu şehir.

Livorno’nun İtalyan futbolundan bağımsız olmadığını da ortaya koyarak, kapitalizmin futbol üzerindeki tahakkümünün yarattığı dönüşüme vurgu yaparak, Toni Negri’nin sözlerine dikkat çekmek gerekiyor:

“İtalyanlar gırtlaklarına kadar futbola batmış durumdalar. Afallamam ve şaşkınlığım işte bu bataklıktan geliyor: hüzünlü de olsa her şeyin değiştiğini kabul etmek zorundayım. Sorun Calcio’nun artık en üstün değere sahip olmaması değil, kesinliklerin epeydir yıkıma uğramış olması. Bu uygarlığın gerçek bir bunalımı. Bu değerler bunalımının, kesinliklerin bu altüst oluşunun üç örneğini vereceğim: Eskiden, hangi kulübün taraftarı olacağını seçerken (ya da aileden devralırken) insanlar neye göre karar alacaklarını bilirlerdi. Milan AC, Torino ve Roma kent proletaryasının “kızıl” takımlarıydılar. Öte taraftan Inter Milan, Juventus ve Lazio patronların takımıydı: Milan’ın büyük finans burjuvazisinin, Agnelli ailesinin ve Torino’daki Fiat grubunun, Roma’nın mülk sahibi aristokrasisinin… Maça gitmek hangi sınıfa ait olduğunun bilincine varmaktı, “tifo”yla özgül bir kent kültürünü ifade etmekti, bir kimlik kavgası vermekti. Bu iman kuşaktan kuşağa geçiyordu. Kızıl-siyah giysiler içinde çocukken babamla birlikte Milan AC’ nin maçlarına giderdik ve yetmişli yıllarda (ama bunu yargıçlarıma söylemeyin sakın!) Milan kopunun, “Kızıl-Kara Tugayların” kurucuları arasındaydım..”

Devrimci tribünlerin başında gelen Livorno tribünlerinin futbolun genel fotoğrafından pek çok farklılık içerdiğini de belirtmemiz gerekiyor. Bunun yanında Livorno’ya karşı sempatiyle yaklaşan insanların tüm dünyaya yayıldığını da vurgulamamız gerekiyor.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
217AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin